Niyazi Berkes’in, “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?” adlı kitabında, günümüzü, kendimizi anlamamıza yardımcı olacak düşünceler var. Bocalama nedenleri arasında, merkantilist ekonomik politikalara olan yabancılık, yeni bir çağın doğuşunu kucaklayan Avrupa’nın yanıbaşında bulunan Osmanlı Hükümdarlığı’nın hâlen Orta Çağ zihniyeti içinde olması, Cumhuriyet  devrimlerinin anlaşılmamış olması, sorunlu “aydın tutumu” sayılabilir.

Yazara göre, Batı taklitçiliği önemli bir sorun olsa da, Türkiye’nin Batılılaşmada en çok başarı gösterdiği dönemler, Batı dostu olmadığı dönemlerdir. Bizde, Batıcılıkla anlaşılan şey, çağdaş uygarlığa dönmek olsa da Batılı ülkeler için Batılılaşmak, onların diplomasisine boyun eğmek demektir. Bu nedenle, onlara göre Kemalist devir, Batı karşıtı, Menderes devri ise Batıcılık devridir!

Türk aydınının, gericiliği, cehaletle; ilericiliği, okumuşlukla bir tuttuğuna ve bunun yanlışlığına dikkat çeker. Yazar için asıl yobaz, din geleneğinden gelmeyenler arasından çıkar. Tehlikeli olan gerici, asıl yobaz, çıkarları bakımından gerici olanlardır, bunlar arasında Avrupa’da eğitim görmüşler bile bulunabilir. Tanzimat reformlarının başarısızlığının nedeni, dinciler değil bunlardır.

Berkes, toplumsal gelişime karşı olan gericilerin, din, iman, mukaddesat ve gelenek gibi “lâkırtılar” ile halkı korku ve temelsiz inançlara sürüklediğine ve alışkanlıkların, kişileri yabanileştirdiğine değiniyor. Halkın, toplumu sert darbelerle uyaran ve onu kımıldatan büyük bir önderin etkisi altında; refah, iyi geçim, başarı ve saadet getiren bir gelişime kolayca ayak uyduracaklarını önemle belirtiyor.

Yobaz zihniyet, başarılı devrimlerden sonra, aydınların başarısızlığı, koflukları ortaya çıkınca dirilir. Halk, iyi olan verilmediği takdirde gericilerin peşine takılır. Gerici, halk kitlelerinin arasında yetiştiği ölçüde halkın kafasına ve diline daha yatkın, çekici olur. Bu tür gericiliğin üstün gelmesi, ancak değişim ve ilerleme temsilcilerinin başarısızlıkları ile olanaklıdır. Bu temsilcilerin akılsız tutumlarından dolayı, Atatürk devrimciliğinin yerini hızla, üç unsurdan oluşan gelenekçilik almıştır: Şeriatçılar, Anadolu’cular, Turan’cılar. Türk toplumunun, tekrar devrim ya da reform yapması zorunludur.

Atatürk devrimleri, üç önemli ders öğretmiştir:

  1. Gericiliği durdurmak.
  2. Başka devletlerin kavgalarına bulaşmamak.
  3. Ekonomik kalkınma tedbirlerinin etkili olmasını sağlayacak toplumsal reformların yapılması.

Bir devrim partisi olarak kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin, ne gibi aşamalardan geçerek çıkar kitlelerinin partisi haline geldiğini inceleyen yazar, halka dokunamayan bu partinin “devrimci” yanını hızla kaybettiğine değinir. “Cılk bir parti, ötekini de cılk eder” der ve bu geçişi, Terakkiperver Fırka’dan başlatıp CHP’ye, Demokrat Parti’ye dek takip eder.

Atatürk Devrimleri’nin içinin boşaltılmasında, özellikle Devletçilik ilkesinin bozulmasına değindiği bölümler, çarpıcı bilgilerle dolu. Anayasada bulunan Devletçilik ilkesinin, siyâsî bir ideoloji olmaması önemlidir. Devletçiliğin, ulusun, yasa yapısının bir parçası olan bir ilke  olma özelliğinin korunması; parti değişmelerinden etkilenmeden, sürekliliğinin sağlanması bakımından önemlidir. CHP’nin, bu ilkeyi parti tüzüğüne almasına kuşku ile yaklaşır; Anayasa’ya konulmasına çok eleştiri gelmiş olmasına karşın, parti tüzüğüne alınmasına hiç ses çıkarılmamıştır. Böylece, CHP kendini, minyatür bir Anayasa’sı olan minyatür bir devlet yerine koyarak büyük bir tuhaflık ve tekelcilik yaratmıştır.

Atatürk devrimlerinin dondurulmasında, kalıp lâflar haline gelmesinde, totaliter ideolojiler yararına kullanıma açılmasına önayak olan uygulamaların bizzat parti içinden geldiği irdelenir. Hatta, “Atatürk, dinlerin Tanrı anlayışında olduğu gibi “ebedî”lik payesiyle bir tarafa konuldu, transandantal bir mertebeye çıkarıldı. Kemalizm, artık statik, gelişemez, deneylenemez, tartışılamaz bir öğreti haline getirildi.” der. “Devrimleri gerçekleştirmek şöyle dursun, onun gerçekleşmemesi için tüm önlemler baş meşgale haline geldi. Toprak hukuku reformu, iş hukuku, vergi, eğitim alanlarında gerekli reformlar önlenerek ya da cılk edilerek halkın ekonomik kalkınmadan yararlanma kanalları tıkandı. Atatürk’ün ölümünden sonra devrimler öksüz kaldı; parti çıkarlarının günlük hizmetlerini gören bir evlatlık haline girdi.”

Eğitimcileri eleştirir: “Eğitimciler sanki Türkiye’de büyük bir ekonomik kalkınma işi ile uğraşıldığının farkında değillerdi. Eğitimsel kalkınma, meşrûtiyette olduğu gibi, ulusal kalkınma ile i̇lgisi olmayan kendi âleminde bir okur-yazarlık, okutulanı belleme ve bir kültürlülük işi olarak kaldı. Halbuki, eğitimde devletçiliği ekonomik kalkınma planı ile ilmiklemek suretiyle âdetâ kendiliğinden finanse etmek olanaklıydı: Fakat çok geçmeden, gerici kuvvetler, bu planın üstüne çullanarak onu yok ettiler.”

Sahte aydınlıkçılar, yüzeyseldir: “Orta ve yüksek öğretim ders vermek, ders bellemek, sınav geçmek, memuriyet aramaktan ibaret kaldı. Bütün Türkiye’yi okur-yazar bireylerin memleketi yapmak düşüncesi de bir ham hayal olarak kalmıştır. Devlet eli ile aydınlatma adına yapılan işler, yatır yıkmak, üfürükçülüğü yasaklamak, çocukları zorla okula devam ettirmek gibi, köylünün içinde yaşadığı ekonomik koşullar değişmedikçe yararı olmayan, durup dururken köylüyü aydınlanmaya düşman eden işlemlerden öte geçemedi. Bu sahte aydınlıkçıların akıldışı hareketleri yüzünden halk, Atatürk devrimlerinin karşısında olan her telkini kabule hazır bir duruma getirildi.”

İşçi ve köylü karşıtı politikalar güdülmüştür. Ulusal kalkınmanın, sınıfları zıt mevzîlere koyarak değil onları ulusal bağımsızlık ve ilerleme davasında elbirliği haline getirmekle olacağını savunan devrimlerin; sanayileşme gibi konularda devletin arkada değil bu işlerin önünde gitmesini öz noktalar olarak savlayan düşüncelerin oldukça gerisine düşülmüştür. Halkın kafasını şişiren parti CHP, onların oklardan yaka silkmesine neden olmuş; aydın kitlenin yüzeyselliği, sahteliği bu partinin selefinin başaramadığı işi başarması ile sonuçlanmıştır.

Devrimlerin içinin böylesi boşaltılmasını, Kemalizm’in Batı’ya diktatörlük olarak pazarlanması izlemiştir. Amerika’da konuşma yapan bir devlet memurumuza, konuşmasını bitirdikten sonra şöyle bir soru yöneltilmiştir: “Biz, Kemal Atatürk’ü, zamanımızın en büyük adamlarından biri olarak biliyoruz. Halbuki geçen hafta, Time dergisindeki bir yazı, onu korkunç bir diktatör olarak gösteriyor. Türk makamları buna karşı ne diyor?” Türk “sözcü” ayağa kalkarak şu yanıtı verir: “Bizim, Time dergisinin yazısına karşı bir itirazımız yoktur.”

Atatürk’ten bir alıntı ile bitireyim: “Bizim aydın ve uygulanır gördüğümüz siyasî meslek, ulusal siyasettir. Ulusal siyaset dediğim zaman, kasttettiğim anlamı şudur: Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak, ulus ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, gelişigüzel büyük emeller peşinde ulusu oyalamamak ve zararlandırmamak, uygarlık dünyasından uygarlıklı ve insanca muamele, karşılıklı dostluk beklemek.”