Kozmosun tamamı, bir hiyerofani olabilir mi? Eğer öyleyse, kutsal-dışından söz etmek olanaklı mıdır? Kutsallıktan tamamen arındırılmış bir kozmos düşüncesi, insan zihninin yeni bir keşfidir Mircea Eliade’ye göre. Kutsal olanın, dinle bağıntısı kurulduğunda, dinler kalksa da dinselliğin kalkıp kalkmayacağı yerinde bir sorudur. Binlerce yıllık deneyimin yerini alan aklın, nihayetinde “deneyim”in aktardığı bütünselliğe işaret eden bulgulara ulaşması tesadüf olabilir mi? İşaret edilen bilimsel çalışma konuları şunlardır: Hologram evren ve kozmosun bilinçli olma olasılığı. Felsefede bu aşama, refleksiyon yapan aklın, kendi-için-varlık haline geldiği özbilinç ile gösterilir.

Mezopotamya, Çin, Hindistan, Avustralya, Güney Amerika, Afrika gibi farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda yaşayan kişilerin, bazı ritüelik davranışlar sonucunda ulaştıkları benzer deneyimlerin “doğal olaylar karşısında korkan kişi” kalıbına sokulması, zihinsel bir çıkarım olacaktır; zihin, kendi üzerine dönememesi ile malûl ve mahkûmdur. Kutsaldan arındırılmış bir kutsal-dışı dönemde yaşıyoruz; oysa, “dış” olarak tanımlansa da, kutsal, varoluşunu bu tanımda sürdürmektedir.

Mircae Eliade, kutsalın dışavurumunun, dünyayı varoluşsal açıdan kurduğunu söyler. Müthiş bir tespittir bu. Varoluşsal kurulum, mutlaka bir “sabit nokta”yı, merkezi açığa çıkarır. Kısacası, dünyada yaşamak için onu kurmak gerekir, önceden bir yön belirlenmesi olmadan başlangıç olamaz; yön saptaması sabit bir nokta gerektirir, dinsel insan bu nedenle dünyanın merkezine kurulmaya çalışır. Bu insan için, uzamın artık türdeş olmadığını vurgular Eliade. Oysa, kutsal-dışı deneyim için uzam türdeştir ve değer yüklü değildir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, geometrik uzam kavramının, kutsal uzam deneyiminin karşısına konulan, kutsal-dışı uzam kavramıyla karıştırılmasıdır. Şöyle der Eliade: “Dünyanın kutsallığını yadsıyan, sadece kutsal-dışı, her türlü dinsel önkabulden sıyrılmış bir varoluşu benimseyen bir kişi tarafından yaşandığı biçimiyle, uzam deneyimidir. Böyle bir kutsal-dışı varoluşa asla saf hâlde rastlanılmadığını hemen eklemek gerek. Dünyayı kutsallığından arındırmakta hangi dereceye erişmiş olursa olsun, kutsal-dışı bir yaşamı yeğleyen kişi, dinsel davranışı tamamen yok etmeyi başaramaz.”

Kutsal-dışı deneyimin asla saf hâlde bulunamayacağı; nostalji, hüzün, sanat etkinliklerinin yarattığı esrime, anıların gözlere getirdiği yaşlar, ilk aşk, doğduğumuz ev gibi “benzersiz” niteliklerin, kişinin evreninin en kutsal yerleri olmasındandır.

Mitler, dinler, peygamber kıssaları kozmogoninin bitimsiz tekrarlarıdır: Sorumluluk üstlenebilecek olanın, meçhul toprakları, içinde bulunduğu kaosu, kozmos olarak yeniden yaratmasının öyküsüdür. Eşik ve kapılarla ilgili öyküler boldur. Bunlar, türdeş olmayan uzamdan türdeş olana, kaostan kozmosa geçiş simgeselliği içerir. Kozmosa karşı savaşan ejderha bugün de yok mudur? Kozmogoniye öykünerek, bir imago mundi değeri yükleyip sorumululuk aldığımız bir dünyamız niçin olmasın?

Eliad’nin kutsalı, özetlersek şöyledir: Kutsal, bir uzamın açığa çıkışı ciddi bir sorumluluk almayı gerektirir, sabit bir noktanın elde edilişi, kaotik türdeşlik içinde yön bulmayı sağlayacaktır. Kaosun kozmosa dönüştürülme cesareti, dünyayı kurma ve belki de ilk kez hakikaten yaşamayı sağlar. Benzer deneyimlerden söz ederken C. G. Jung, bunların yargı değil olgu olduklarının altını çizer; bunların, birey tarafından yaratılmadığını ısrarla vurgular; insan psişesinin yalnızca kişisel ele alınışının, ölümcül bir hata olduğundan söz eder: “Alt katlar olmadan, akıl, boşlukta kalır, böyle bir durumda sinirlilik göstermemize şaşırmamak gerekir. Aklın gerçek tarihi, kitap ciltlerinde değil her bireyin canlı organizmasında saklıdır.”

Besbelli, kendi emeğinin ürünüdür bu çıkarım. Özete devam edersek: Oysa kutsal-dışı deneyim için uzam türdeş ve görelidir. Burada, biricik ontolojik statüye sahip “sabit nokta” olmadığından, hakiki yöneliş olanaklı değildir. Yönelimi belirleyen, gündelik gereksinimlerdir; fenomenlerin bitimsiz oyun alanında, dünya değil parçalanmış bir evrende, sonsuz sayıdaki yerlerde bir yaşam.

Bugün, siyasetin geldiği nokta, bu türde bir “sabit nokta”nın, yöneticilerin hemen hiçbirinde olmadığının göstergesidir. Dini, ilâhî aşkı, yalnızca dinlediklerinden, okuduklarından “bilen”, bir türlü kendinde tecessüm ettiremeyenlerin, ruhsal ya da fiziksel olarak dolaştığı yer neresi olursa olsun, bir ayağını bu sabit noktada tutmayı unutanların, uzun yıllar “yol”da uğraşmalarının ardından, “yaşadıkları gibi” inandıkları görülür ki bu, kanaatimce kurbanı bol bir kör kuyudur. Kutsal-dışının türdeş uzamıdır.

Kutsal, karşısında ürperdiğimiz, aşkın bir güç ile karşı karşıya olduğumuzu anladığımız ândır diye anlatır kutsalı olanlar. Rudolf Otto, “Yaşayan Tanrı”nın, soyut bir kavram, bir benzetme olmadığını kendini mysterium tremendum denilen ezici bir güç üstünlüğü ile bildirdiğini söyler. Buradaki “tremendum” sözcüğü, korku, gazap olarak çevriliyor ki, yanlıştır. Sarsıcı bir ürperme deneyimidir sözü edilen. Bu, Kur’ân’da, haşyet olarak geçer. Haşyet, korkmak değildir; havf, korkudur. Korku, yaşamsal bir tehlike karşısında verdiğimiz tepki olabileceği gibi, kaygı gibi nesnesi olmayan psişik bir durum da olabilir. Korku, emmâre düzeyi, nefsin sıfatlarındandır. Yunus Sûresi/62 şöyle der:

“E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” (Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir). Allah dostu, korkmaz, ama haşyet duyar. Tasavvuf ehli, Allah’ın azameti karşısında duyulan ürpertinin, “ilâhî aşk”a dönüştüğünden söz eder. O güne dek deneyimlediğimiz tüm duyguların, bu karşılaşma sonucunda geçerliliği kalmayacaktır, başka her şey değerini yitirecektir. Âşık, dağları boşuna delmez.

Keşke diyorum, Kur’ân’da başörtüsü ve cinsellik üzerinden, kadının özgürlüğünü kısıtlamak peşinde olanlar kadar, Kur’ân’da işaret edilen bu yüksek mertebeleri kendine dert edinen, Allah’ı, Dost’u olmayı, bir “sabit nokta” olarak bellemiş güzeller artsa.

Keşke.