Kutsal metinlerin yorumu, gerçeklikten alınan payın, yukarıya çıkıldıkça arttığı bir piramide benzer. Yorumcunun bilgi, irfan, ruhaniyet ve niyetinden, böylece bulunduğu mertebeden bağımsız değildir. Anaokulundan, doktora seviyesine bir ilerlemeye benzetilebilir. Kutsal bir metnin, literal yorumuyla örneğin simgesel, alegorik ya da mistik yorumu arasında büyük bir fark olacaktır. Böylesi bir kapsamlılık bizi, Mevlânâ’ların, Yunus Emre’lerin bağrında yetiştiği din ile İŞİD’in savunduğu dinin aynı olması gibi şaşırtıcı bir sonuçla baş başa bırakır: Platon’un ἀπορητικός diyaloglarında, aporia’da asılı kalmışlığı zevk edinmişlere erişimli olanla.

Bir doktora çalışmasının, kendinden önce yapılmamış bir yorum, saptanmamış bir olgu olması zorunludur. Onuruyla yapılan her doktora çalışması, ilktir, biriciktir. Özgün adı, Philosophy of Doctorate (Ph.D.) olan bu unvan, doktorantın artık tek başına gözlem, deney, ölçüm ve nihayetinde yorum yapabildiğinin kanıtıdır. PhD’nin “felsefe” ilintisi, doktora sahibinin bağımsız, dolayısıyla orijinal bir düşünme etkinliğini gerçekleştirdiğinin kanıtıdır: Özgür ve özgün.

Bir sürecin, erişilen son noktasını yorumlamanın uğraştırıcı bir iş olduğu, süreci bizzat yaşantılayanlarca bilinir. Örneğin, felsefi düşünmeyi, bilimsel dizge olarak ve böylece zirvede tamamlayan Hegel’i, bütünselliği içinde anlamak pek kolay olmayan bir iştir. Bir doktora çalışmasının, özgünlüğü nedeniyle kalabalıklar tarafından anlaşılmasının beklenemeyeceği gibi, içinden, abartmasız binlerce doktora çalışması çıkarılabilecek bir düşünmenin ürünü olan Hegel’in yazdıklarını, “anlayıvermek” de olanaklı değildir. Her okuyanın anlayışı ölçüsünde tutunduğu Hegel, zorunlu olarak parçalanacaktır: Sağ, sol, teist, ateist vd. Oysa, özgün olan, özgünü; emek, emeği; düşünme çabası, düşünmeyi tanır.

Kutsalın yorumu, bunlardan daha zor bir iştir. Bilimsel tutuma, sanatsal duyarlılığın damga vurduğu bir felsefi düşünme ile yoğrulmuştur çünkü. Yorumu yapanın aklının, ruhunun, kalbinin arınma süreçlerini tamamlamış, psişik dalgalanmalarını uyuma/dengeye getirebilmiş olması, yapılan yorumun niteliğinden belli olacaktır.

Örneğin, Kur’ân yorumlarının, piramidin hangi seviyesinden yapıldığına dikkat edilmelidir. “Yorgunluktan öldüm”’ün gerçekten ölmek olduğunu savlayan bir literal okumaya, “Bak gördün mü ölmedin, hâlâ yaşıyorsun!”; “Ayaklarıma karasular indi,” denilince yerde kara su arayan bir anlayışa, “Yerler kuru, sen salaksın!”, “Bak! Kur’ân şu sûrede ak dediğine öteki sûrede kara diyor,” seviyesinde, basit, dümdüz bir tutumla, literal okumalar yapmak, rasyonel akıl seviyesi bir akılla yetinmek, aklın devinen doğasını ketleyici bir tutumdur. Dinlerin “artık” gereksiz olduğu, duygusal açıdan çorak, düşünce bakımından yoksul bir tanım olduğu gibi, onlarca yorumdan, yalnızca bir alt yorum türüdür. Bu tür okumalar, özgür ve özgün yorumcularca itibar görmez; bilirler ki dinin özü, tanıklıktır.

Kutsalın yorumuna kalkışmak, deneyimi olmayan samimi bir kişi için, en azından, binlerce yıllık düşünce tarihinin incelenmesini ön-gerektirir. Kutsalın yorumuna, kendini değil de “ötekini” olumsuzlayarak başlayacak her ilk adım, öncelikle özün bir yansıma, bir çeşitlenme olduğunu kavramalıdır ivedilikle. Bu, özdeşlik ile ayrımın nasıl olup da birbirinden ayrılmaz olduğunun şuuruna varmayı da gerektiren bir basamaktır. Din ve felsefenin, en sinsi, dipsiz tuzağı.

Sevgili İzzet Erş’in kaleme aldığı Kutsalın Yorumu[1], bu işe soyunan herkesin okuması gereken kitaplardan. Yazar, yorumlama işinin çok katmanlı olduğuna dikkatimizi çekiyor. Bir alttakini kendine katarak giden bir sürece işaret ediyor. Piramidin zirvesi, bir nokta ile belirlenir, ama her şeyi kendinde içeren bir nokta. Bakınız, yorum türlerinin oluşturduğu dizine bir göz atınız:
Literal
Ahlâkçı
Tarihsel
Hermenötik: Simgesel ve alegorik, tipolojik, felsefi, mistik, talmudik.
Muhkem ve müteşabih
Tasavvufî: Nefs üzerinden, nefsin mertebelerine göre
Tevhîdî: Eylem birliği üzerinden, isim ve sıfat birliği üzerinden, zâtî, icmâlî, amaçlı.

Yalnızca tarihsel okuma bile kendi içinde üç alt gruba ayrılıyor. Kavramın tarihteki yolculuğunu anlamadan (bilmeden değil, anlamadan) nasıl yorum yapacağız? Yukarıda örneklerini verdiğim literal okumalar ve onlara verilen yanıtları tatmin edici bulmak, bu işin ilkokulu. “Ateistler, felsefe tartışmalarında ciddiye alınmazlar,” gibi çıkarımlara bozulmasın ateistler; çok emeksiz olmalarına karşın, kibirli bir eminlik içindeler. Yazar, “Sonra gelenin, öncekilerden çaldığı,” gibi bir anlayışla sıkça yapılan yorum türüne de değinmiş; ateistlerin en sevdiği çelimsiz yoruma. Sürekli omlet pişirilen bir mutfağa, yumurtanın kabuğu kırılmadan da pişebildiğini kanıtlama çabası boş bir iştir, tekrarı yavandır, en nitelikli yumurta kullanılsa bile tat, yumurta tadıdır.

İzzet Erş, çok önemli bir açığı doldurmuş. Kısır çekişmelerin yaşandığı bu alana taze ve çok derin bir nefes getirmiş. Yazarın, örneğin mistik okuma için yaptığı açıklamayı okumanızı öneririm; nasıl da ağır bir yük ve onurlu bir duruştur, deneyimlemediğine mesafeli duran mistiğinki.

Gerçeğin, dolayımlanarak söylenilmesinden zevk alabilmek, ne engin bir lütûfmuş. Sevgili Ahmet Kip’in şu dizelerinden zevk almak var. Ve hatta, dolayımın zarafetinden yanaklara süzülecek göz yaşları.

Gözlerindendir yansıması varılmazlığının
Uzakların kararsızdır, ürkütür insanı tenhaların
İndirildi mi kirpikler bir kere upuzun yere
Bakışsızlığından muhtemel, anlaşılmaz îmâların.

Sanatsızız, kuruyuz, kupkuru. Solduk, tükendik. Sanat ve dinin kaynağının aynı olduğunu -benzer değil aynı- anlamayı reddediyor, çiğ anlayışlarımızdan emin yaşayıp gidiyoruz.

Din ve sanatın birlikteliği, yaşamın neşesidir. Neşenin, toplumumuzu terk etmesinin suçunu bitimsiz bir çabayla başkasına atmaya gerek yok. Ateisti ile ilâhiyatçısı ile asık suratlı, yüzeyseli dillendirmeye tutkun, tehditkâr tavırlı, güvensiz kişiler olduk. Güvenimiz pek çelimsiz; güvenin, öze olan güven olduğunu unutmayan dürüst bir bağlantı hepimizde var çok şükür.

Kur’ân’ın, bir tevhîd kitabı olduğunu aktarır birliğe gelenler. Eylemlerinde, düşüncelerinde, nefsinde birliğe gelmeyen kişi, zorunlu olarak onu eksik anlayacak, nefsinin seviyesinde çıkarımlar yapacaktır. Felsefe ile dinin, akıl ile inancın, ruh ile bedenin birarada düşünülmesine değil, onların ayrılmaz doğalarını anlamaya gereksinimimiz var.

Newton uzayında bir yerlerde dondurulmuş bir toplum gibiyiz. Çift Yarık Deneyi, Atom-altı Fiziği, Dolaşıklık Kuramı, Görelilik Kuramı, Belirsizlik İlkesi, Kaos Fiziği, sibernetik, diyalektik anlamadan (bilmeden değil, anlamadan) Kur’ân nasıl yorumlansın? Zevk edenlere bir sormalı?

Bu topraklardan geçen, ilgilenmediğimiz, önemsemediğimiz canlardan, dingin bir can olan Fârâbî’ye kulak verelim: “Doğru bir biçimde anlaşılan dinle felsefe arasında çatışma yoktur.”


[1] Kutsalın Yorumu, İzzet Erş, Siyah Kitap, (2018)