Bazı okurlarım mistik konulara, dinlere değinmeden yazmamı istiyor. Yalnızca bilimle ilgili yazmamı tercih edenler var. Hakikatin peşinden koşmadan olmaz. Tek kanatla uçamayız, uçmazsak bakış açımızı genişletemeyiz. Hem, onu sıkça, aramadığımız, ummadığımız yerde bulmuyor muyuz: Kendimizde. Ararken bilim, din, sanat ve felsefenin karşı kamplar olmadığını anlasak, anlamlansak. Taraf tutmadan yazmaktan başka çarem, kalemime yansıyan samimiyetimden öte, sunabileceğim bir şeyim yok.
Klişe bir giriş yaparak, çağın vebasının anlam yitimi olduğunu söyleyenlere katılayım. Atom-altına indik, uzaya çıktık lâkin kendimize, yaşantımıza anlam vermekte pek de başarılı olamadık. Sanat, din, felsefe gerilerde kaldı ya da zaten karşılaşmamıştık. Bilim ise artık neredeyse okyanusunda boğulduğumuz teknolojiye indirgendi. Anlamsızlık duygumuz kadar derin…
Bilim, hakikati kavrayabilmek, yaşamımıza anlam verebilmek için yeterli bir araç mıdır? Gelin kısaca irdeleyelim. Bilimin nesnesi, yani düşünmesine konu ettiği şey dışsal olandır. Örneğin; coğrafya yerküreyi; biyoloji canlı olanı; veterinerlik hayvan sağlığını konusu olarak alır.
Bilim nesnesi karşısında yöntemli bilgi edinir. Konu edinilen nesnenin, doğa kuvvetleri altında davranışı gözlemlenir. Doğa kuvvetleri, insan aklında yasalar olarak kavramsallaşır ve biz söz konusu nesnenin yasalılığını yöntem olarak belirleriz. Yöntemsel yaklaşım söz konusu olduğu sürece, doğa sorulan her soruya dürüst yanıtlar verir. Verdiği yanıt her zaman doğrudur, böylece yanlış yanıt yöntem üzerinde düşünmeye yönlendirir. Yöntem nasıl sorusunun yanıtıdır. İnsanın ne yaptığının bilinci, yöntemdir.
Felsefe ise, düşünmenin bizzat kendisini, kendisine konu olarak alır. Böylelikle felsefe, insanın yaşama anlam verme çabasında, “entelektüel aydınlanma”ya kadar uzanabileceği bir yolu olanaklı kılabilir; bizzat yeniden üretilebilmesi kaydıyla. Bu durumda felsefenin yöntemi, düşünmenin düşünülmesine yönelecektir. Düşünmenin öznesi olarak insan ve diğer insanlarla ilişkilerindeki yapıp etmelerinin hesabını verebilecek, yöntem olarak kendi üzerine düşünebilen insan. Yöntemin mercek altına alınıp, gerektiğinde yeniden belirlenmesi, söz konusu özneden felsefenin doğumunu, üretimini getirecektir. Bu yolla, bazı filozofların fikirlerini ezberlemek ve onları tekrarlamanın, felsefeyi öğrenmek olduğunu öğreniriz. “Felsefe yapmak” ise insanın düşüncelerini, kendisine konu edebilmesi gibi zorlu ve özgün bir süreci içerir.
Bu türden bir özgünlük sorunsalı, bilim insanının da önüne çıkan engellerdendir. Dışsal olan nesne üzerine özgün sorular sorulup, özgün yöntemlerin uygulandığı türden öncü bilimin, gelişmiş ülkelerden çıkması rastlantısal değildir. Zira onların, aynı zamanda, dinin kabuğundan özüne geçiş yapabilmiş, bunun üzerinde düşünmeye emek harcamış, sanatta doruğu deneyimlemiş, aydınlanarak yeniden doğmuş toplumlar olmaları rastlantısal olabilir mi? İçsel geçiş söz konusu, demek istiyorum ki, dinin özünü anlama çabasının yeşermediği toplumlarda özgün sanat, felsefe ve bilim de yeşerme fırsatı bulamıyor. Çünkü bu, insanın bir yanını yadsıması demek; öncelikle eylemine dönen yanını.
Konusu şeyler, nesneler olan bilimin hakikate ulaşabilmek için yegâne araç olduğunun düşünülmesi; bir düşünce varlığı olan insanın bedene indirgenmesi demektir.
Bilimin, dışsal olan nesnesini dönüştürebilmesi, hükmedebilmesini de olanaklı kılar; olay ve olguların arkasındaki yasalılığın yöntemli olarak ele alınması, aynı zamanda nesnenin yönetilebilmesi anlamına gelir. Düşünmenin nesnesi kendimiz olduğundaysa, nesnenin dönüşmesi kişinin kendisinin dönüşmesi anlamına gelecektir.
Mistik çalışmaların, din pratiklerinin öz-denetimden uzak kaldığı, giderek duygusal köpürmelerin kadim bilgeliği, dinlerin hakiki özünü lekelediği bir uygulama alanına dönüşmesi ciddi bir problemdir. Binlerce yıllık geçmişi olan bu uygulamaların, deli saçması olarak görülmesi anlaşılabilir bir tutumdur. Siyasete âlet edilmiş dinin toplumsal yansımaları olumsuzdur.
Fakat dikkat edilmelidir ki, yeltendiğimiz dinsel sorgulama, nesneyi sorgulayan bilimsel tutumumuzla düşünmemizi konu edindiğimiz felsefi anlayışımızın gidebildiği uzaklıkla doğru orantılıdır. Bunlar birbirine içsel, özsel bağlarla bağlı alanlardır. Bu coğrafyada dinin, kadın bedenine konulan yasaklarla özdeş kılınması bir tesadüf değildir. Dindarlık iddiasındaki her insanın, eylem alanında özgün bir sanat eseriymişçesine belirmesini beklemek bir yetişkin tutumu değildir. Çünkü, yetişkin öncelikle kendi sorumluluğunu alabilendir. Yaşamlarımıza dönüp bakmak, eylemlerimizi bir bilim insanının tarafsızlığıyla inceleyip onları düşüncemize konu olarak verebilmek yararlı olabilir. Son aşamada, bir sanat yapıtıymışçasına zarafet içinde eyleyebilen insan, Allah’ın Musavvir esmasının bedenlendiği yerdir.
Maddesel bedenimiz değildir bizi insan kılan, insan başlangıçta bedeni olan, ama kendisi henüz olmayan varlık, yok varlıktır. Bedeni aracılığıyla deneyimleyeceği yaşantısı, onun kendisini bir eylem varlığı olarak inşa etmesinin bir olanağıdır aynı zamanda. Bu yapılandırma sürecinin sonundaki varlığı, felsefe ve din aynı özellikleri ile tanımlar: Bir sevgi varlığı olarak özgür insan. Bakınız bu çok ilginç değil mi? Tamamen karşı saflar olarak görülen iki disiplin nihâi aşamada birleşiyor.
Yaşamla ilişkinin, bir kimlik mi yoksa kendilik mi oluşturmaya yönelik olduğunun yanıtı bizi neden ve niçin sorularına doğru götürecektir. Götürüldüğümüz yerde kişilik ilk ikisinden ayrı olmayan bir belirlenim olarak karşımıza çıkacaktır. Bunlar, felsefe ve dinin temelini belirleyen konulardır. Felsefi sorgulamalarımız töz felsefesi aşamasını geçebilmeli, dinimiz ise sorgulama aşamasını.
Okur serzenişleriyle açtım, onunla kapatayım: “Dincileri tutuyor, bizi yalnız bırakıyorsunuz,” diye sitem edenler var. Tarafsız bir tutumla, samimiyetin eksik olduğu her alanı eleştirdiğimi düşünüyorum; başkası ile nasıl samimi olunduğu değil, insanın kendisi ile samimi olmakta niçin zorlandığı ana konum.