Yazı yazmak için oturup yarım bırakanlardanım. Her oturuşumda iki davetsiz misafirim olur: Platon ve Aristoteles. Konuşmadan, beni esir alırlar. Platon olanaklı olduğu ölçüde soyut olanda kalmamı, İdeal olanı vurgulamamı önerir:

Veciz olanı, lakonik ifadeyi anlamayanla işin ne?

diye sorarak baskı kurar. Aristoteles ise tüm bağlantıları göstermemde, bir dizge oluşturmamda ısrar eder; analitik ve mükemmeliyetçi yanımı esir alır. Onları anlamaya çalışıyor olmamdan dolayı, beni böylesine teklifsizce ele geçirmeyi kendilerine hak görmelerine içerlememle, yazma girişimim son bulur. Aslında yanımdan hiç ayrılmadıklarını bilirim de, bakmayın, şımarırım işte! Bugün kahvemi Platon’la içiyorum.

Aslında, felsefenin bu iki devi, söz konusu sanat olunca bile kenara çekilmezler, sanat tarihinden izlenebilirler. Örneğin Platon, İdeal olanın imlendiği, soyut olanın vurgulandığı, öznesiz Doğu Sanatıdır. Özneye doğru bizi sürükleyecek bir ipucu dahi yoktur. Bütünselliğin kavranamadığı durumlarda bu ilkellik olarak algılanabilir. Oysa ki Sokrates’ten Aristoteles’e sıçrayamazsınız. Sezgi, bilgiyi, bilgi de kavramı izler dememiş miydi Hegel? Platon, Sokrates’i, Platon’u da Aristoteles. Doğu Sanatında konu her şey olabilir ama vurgu orada olmayana/olamayanadır. Tanrı’ya. Perspektif yoktur ve bunun bilinçli bir tutum yani bir tercih olduğu düşünülür. Perspektifin bulunmasıyla, Avrupa’da bireyselleşme sürecinin başladığından söz edilir. Resim sanatına ise derinliğin vurgulanması; görülenin, bakış açısına göre değişmesi; nesnel olana göre temanın ortaya çıkışı gibi yenilikler getirir. Sanat giderek kavramsallaşır, kavramsal özün biçim olarak da başarıyla ortaya konulması önemsenir. Aristoteles felsefesindeki gibi, bireyselleşme ilkesi özdek olarak ortaya konulur: giderek, resimden, ressamın kim olduğunu anlamak olanaklı olur.

Aristoteles ile Platon arası yolculuğun süreklilik kazanması anlamlandırma kapasitesini artırır. Anlama ve anlamlandırma kişinin kendiyle olan ilişkisinden bağımsız değildir. Hatta kendini anlama çabasında olan kişi, felsefe kapısının aralığını daha geniş bulur. Anlam insana dışardan değil içerden gelir, tam da bu nedenle edimlerden bağımsız değildir. Yukarıda sözü edilen kapı    aralığının açıklığını, soyutta kalmışlığımız değil, ereğe sınırlanmışlığımız belirler. Böylece, bir sanat yapıtını anlamak, aslında, kendimizi anlamamız ile orantılı olarak derinleşir. Hatta, esere dışarıdan yüklediğimiz, kendi iç anlamımız, sanatçının eseri ile ilgili anlayışını da aşabilir. Böyle olması gerekir, olmalıdır da çünkü sanat kadimdir, dirimlidir. Sözkonusu dirimliliğin bir yansıması olarak, yaklaşık dört yüz yıl önce Rubens tarafından yapılan “Delila ve Şimson” isimli tablonun tinselliğinden söz edilebilir; bu yapıtın dile getirdiği kadın erkek ilişkisinden, ama önce herkesin kadınlarından söz etmeli: Salome ve Yudit’ten.

Salome ve Yudit, Delila gibi Kitab-ı Mukaddes’te geçen, cinsellik vurgulu öykülerde yer alırlar. Hedeflerindeki erkeklerin, yaşamlarını yitirmeleri ortak kaderleridir. Bu kadınların hikâyeleri kimlerin tuvalinde canlanmamıştır ki! Titian, Giorgione, Solari, Caravaggio, Rubens, Reni, van Dyck, Gentileschi, Vasari ve daha niceleri. Hikâyelerin ayrıntılarına girmiyorum, gerekli bilgiye kolaylıkla ulaşılabilir, ayrıca bu konular birçok yazarın kaleme alıp yorumladığı konulardandır. Kutsal kitapta, Salome, Vaftizci Yahya (Salome and John the Baptise) ile; Yudit, Holofernes (Judith and Holofernes) ile; Delila ise Şimson (Delilah and Samson) ile olan birlikteliklerinde cinsiyetleri ve cinsellikleri ile taçlandırılmış, ucube Femme(s) Fatale(s) karakterlerdir. Sonuç olarak, uçuşan kellelerle dolu, günümüzde dahi, müstehzi bir gülümsemeye gark olan belirli bir anlayış için neredeyse erotik ve erotik olduğu ölçüde, erkeğe ayağını denk almasını öğütleyen öykülerdir. Seks ile gelen tehlike! Kadının işe en çok yaradığı yasak bölge!

Bu yazıya, yan tutarak, feminist bakış açısını sürdürerek devam edip, konuyu Aristoteles’in felsefi yargılanmasına ya da sanat alanında kalmaya devam ederek, Guerilla Girls’ün sanat dünyasını sigaya çeken haklı isyanına götürebilirim ama götürmeyeceğim. Hakikat açısından bir irdeleme yapmaya yelteneceğim. Konuyu kişinin kendiyle olan ilişkisinde bir öteki olarak kaleme almaya çalışacağım.

Tanrı’nın sevgili kullarından, Hz. Yahya’nın kellesini alan Salome, yüzeyde olandır, derinliksizdir, maşa olarak kullanılabilendir. Sınırlarımızı zorlayarak, yalan kavramının tam da kendi olduğunu bile düşünemeyeceğimiz denli çiğ bir varoluştur. Annesi bir beden olarak anılır, bu bedenin ilişki kurduğu bedenin, diğerlerine göre konumu, ağır bir zina içinde olması, kızını maşa olarak kullanmasına neden olur. Hz. Yahya, zina konusunda, kendini uyarır, ancak kendi ile yüzleşemeyen, cezayı, hakikati dile getirene kesen kıt anlayışımız gibi, o da hakikatin ortadan kaldırılmasını uygun görür ve bir plan yapar. Dayanağı bayağılık olan Yedi Tül Dansı ile kandırılan kral, koca, erkek, amca yani irade alt doğaya râm edilir ve Hz. Yahya’nın başı kesilir. Salome’nin tiksindirici eyleminde şeytan yoktur, o bile masum kalmıştır! Bu haksızlığın anlatıldığı her resimde usta bir sessizlik hüküm sürer, anlatılacak ne vardır? Bir kesik baş, bir tepsi, hainler… Strobel’in, Prada’da sergilenen kalabalık eserinde ise kesik baş önemsiz bir ayrıntı gibi durur. Birlik ve beraberliğin vurgulanmadığı kalabalık bir resimdir; birbirinden kopuk olan farklı pek çok ruh hali gözlemlenir.

Ucuz bir hile ile gövdesinden ayrılan başın ne önemi olabilir; o baş dirimli olduğu hâli ile sayısız başyapıtı süslemiş, günümüzde, en prestijli müzelerde Hz. Meryem ve Hz. İsa ile beraber hâlen sergilenmektedir.

Yudit’in kurbanı ise daha ilkesel bir  kelle alma  törenine katılmıştır: vatanın kurtarılması.

Ustaların resimlerinde, Yudit şaşkın ya da üzgün değil, genellikle eril bir bakışla resmedilmiştir. Nasıl baksın? Tabii ki Logos’un gözleri ile. Oysa Eros olma niyetiyle girmiştir çadıra, lâkin Holofernes’in şarabı kaçırması, Holofernes’ten bağımsız bir sonuç değildir, irâdîdir. Şarap olmasaydı Holofernes teslim alınabilir miydi? Bu soru önemsizdir ve vatansever Yudit bu bilinçle bakar etrafına.

Ya kadın Yudit? Cinsel cazibesinin etki alanını, şarap ile paylaşmanın getirdiği ve her ne kadar yüce bir amaç için gerçekleştirilmiş olsa da bir insanın kandırılması temasının etrafında gelişen bu olayın, içsel bir parçalanmışlığın sonucu olmasının getirdiği parçalanmışlık duygusu hep hizmetçisine düşer. Bu farkındalıksızlık, yani hizmet ettiği amacı tanımayan, âmirinin kim olduğunu bilmeden yaşamını sürdüren bir yeti gibi, hizmetçinin bakışı hep şaşkındır.

Özellikle Caravaggio’nun hizmetçisi.

Delilah ve Şimson’un öyküsünün çocuksu saflığını, okuyanlar hatırlar: bir görev üstlendiklerini bilen ama görevin ne olduğunu unutan iki yetişkin gibidirler. Rubens’in Samson and Delilah isimli eserinde, şu ünlü kelle alma ve kelle verme meselesi kemâle erer. Kelle alan acımasız femme fatale yoktur artık. Tablo oldukça ayrıntılıdır, buna rağmen bütünlük duygusu kaybolmaz. İlâhi hükmün yerine gelmesinden başka bir şey olmamıştır; her şey yerli yerindedir; huzurlu bir yansıma vardır. Kapıda bekleyen Filistinli askerler saygılı ve ölçülüdür; Şimson’un saçını kesen adam zariftir; Rubens’in ışığı kadife gibidir; hizmetçi, hizmet ettiği amacı tanır, farkındalık kazanmıştır ve bu ona derin bir anlayış verir.

Ah Delila! Keşke alamasaydın kellesini, değil mi? Onu birazdan götürecekler, gözlerini oyacaklar, yaşamı onu terk edecek. Sevdin onu, oyun olduğunu bile bile sevdin. Sırtına koyduğun elin, uyanmasın diye oynatamadığın bacağın, şefkatle öne eğilmiş başın ve kucağında ona sunduğun huzur… Ne kadar da çok kandırdı seni! Sen ise hiç kandırmadın, açıkta kalan memelerin kadar çıplak bir ruhla sevdin onu. Niyetini hiç gizlemedin. Flört ettin, sorumluluğunu aldın. Kendini tanımayan Salomeler flört edip kaçar; ilkeldir güdüleri; av peşinde, hayvanın peşinde koşarlar. Sense açık açık sordun, belli ettin niyetini, saklanmadın. Üzülme! Şimson sana bile bile teslim etti o güzel başını. Seninle birlikte olduktan sonra hiç aynı kalabilir miydi? Karanlıkta olduğu için artık görebiliyordu, bunu ona senden başka kim verebilirdi? Senin şefkatli kucağından, anlayışlı gözlerinden başka… O güçle, ebediyete giderken, seni tanıyıncaya kadar yarattığı tüm ötekileri, binlerce düşmanı da beraberinde götürdü kurtuluşa, onları kendinden ayrı bilmedi. Ah Delila bir bilsen!

Bakmayın siz aksini söyleyene, sevişmek erkek için çileli bir iştir. Kadına sahip olan, kadını teslim alan erkek yoktur. Aksine, erkek spermleriyle, cinsel organıyla kadına sığınandır, kadın onları teslim alır ve neslin devamı konusunda, emanete ihanet edilmediğini döl alarak gösterir. Muktedir olmaya esir, biçare erkek kendinden geçmediği, kendini tamamen kaybetmediği takdirde, canlılık nasıl devam etsin? Ne tezat! İşte, kendinde olamadığı, o en hassas olduğu yerde, kadın erkeğini Delila gibi şefkatle, tam bir kabulle alabilmeli. Muzaffer orduların komutanları gibi değil.

Rilke, Salome’ye yazdığı bir mektupta, kendini, gündüz güneşini tam anlamı ile alabilmek için açan, ancak gece olunca kapanamayan bir çiçek (anemon) gibi hissettiğinden söz eder. Bu yersiz ve zamansız açıklığın kendini nasıl parçaladığını anlatır. Bunu duyup ağlamayan var mıdır?

Rubens’in Delila’sı da böyledir. Tutkuyla bağlananlar töze biçim verirler, ki daha sonra, onu, düşünürler düşünebilsin, sanatçılar duygularıyla birleştirebilsinler. Delila, önüne amaç olarak konulan Şimson’a tutkuyla bağlanmayacaktı da ne yapacaktı! Tutkulu insanın tercih hakkı olabilir mi? Tutkusuna bağlanan insan, her seferinde, bu bağın, kendini yaşama bağlayan temel bağdan daha güçlü olduğunu deneyimler. Aşıklar o nedenle sessiz olurlar, mesele ölüm kalım meselesidir onlar için. Aşktan yana yakıla söz edenler ise kaçanlardır çoğunlukla, korkanlar. O nedenle aşık azdır, “gerçek aşık” demedim, hakikat Aşktır Zâten; öze duyulan iştiyaktır şiddetini belirleyen. Ölçüsü her daim Ölümdür, değişmez. Deneme, sınanırsın. Söylemedi deme, sonra babasına yalnızca bir gece yalvardığı için İsa’nın ne kadar şanslı olduğunu anlarsın.

Bedensel boyutta yaşanan, hakikatte yani Tinsellikte farklı yaşantılanmaz. Salome, Yudit ve Delila arasında gider geliriz. Tepside, zaferimiz olarak sergilediğimiz her kesik baş, kendimize olan uzaklığımıza işaret eder: birini alt etmiş olmanın yavan zaferine. Cinsiyet, yaş, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin yetişkinlerin arasında gelişen her ilişkide, alınıp verilen kelleler vardır. İnsan kendini, kendi-başkasında tanır, öteki yoktur. Jung’un belirttiği gibi öteki kendini tanımanda bir araç, yaşamsa kendini tedavi sürecindir. İlişkilerde kendimizden, yani hakikatten kaçtığımız her sefer kellemiz gider, yani dirimliliğimiz. Dürüst olmadığımız/olamadığımız her an karşımızdakinin torbasına girer başımız, ilişki ya dirimlilikten vazgeçilip rutine girilerek sürdürülecek ya da bitirilecektir; rutin o nedenle ölüdür, öldürür.

Torbalarınızdaki kellelerimi geri koyabilecek kadar gözyaşım aktı; bilirsiniz, her kesik baş ancak sahibinin gözyaşları sayesinde gövdesiyle yeniden birleşebilir. Yoksa, neden vermeyeyim bugüne dek yeryüzünde kesilen her başa yetecek kadar göl olan gözyaşlarımı! Gözyaşlarım yanaklarını ıslatmıyor mu?

Ve son olarak minik bir sırrımı paylaşmalıyım: kellesini alamadığım bir sevgilim var, onu sınadığım, denediğim her mekânda ve her zamanda diri olarak karşıma çıkan…