Ruşen Çakır’ın, İslâm’ın güncellenmesi ile ilgili olarak Mücahit Bilici’yle yaptığı söyleşi oldukça cesur ve ufuk açıcı, izlemenizi öneririm.

İslâm’ı savunanlar ile eleştirenlerin, aynı bakış açısında olduklarını, bundan dolayı da bir çıkmaza sürüklendiklerini ya da daha doğru bir deyişle, içine düştükleri çıkmazdan kurtulamadıklarını gözlemliyorum. Bu nedenle kavramsal açıdan bakıldığında, sıkıntılı bulduğum bazı temel noktaları ele almaya çalışacağım.

Sayın Bilici haklı olarak, “Allah’ın dini ise nasıl reform yapacaksın? Yani neyi değiştirmen gerekir?” sorusunun kişilere korkutucu geldiğinden söz ediyor. Korkanlar kadar, korkanları eleştirenlerin de konunun özüne inmedikleri görülüyor. Kur’ân’da, hemen hemen tüm peygamberler anılır ve önceden bildirilmiş “dinler”in muhasebesi yapılır. Tevrat, Zebur ve İncil’le bildirilmiş bu dinlerin İslâm’dan ayrı dinler olmadığının, İslâm’a giden yolun uğrakları olduğunun kavranılması özseldir. Bu bağlamda; Yahudilik’te reformist anlayış, Hristiyanlığa geçişi getirecektir; Hristiyanlık’ta reform ise İslâm’ı. Yaşayan bir organizmaya benzetilirse, bu organizmanın kendi üzerine dönen ve bütünselliğini kavrayan bir şuur olması hâlidir Muhammedîlik. Hristiyanlık’ta reform gereksinimi duyulması, Hristiyanların dürüstlüğünü gösterir. “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh,” henüz eksiktir. Oğul, yetişkin hâle gelecek ve sorumluluğunu üstlenerek “ferdî hikmet”e ulaşacaktır: Özgürlüğüne. Bir yetişkine baktığımızda onun, bir zamanlar bebek ve çocuk olduğundan kuşkulanmayız; geçişler ontolojiktir. Kavramsallığından uzaklaşıldığında, bağ kuran akıl (ikâl) değil de, parçalayarak anlayan zihin devreye girdiğinde, “Bakıyor işte, dinlerarası etkileşim var, ödünç alma var, taklit var vs…” gibi bir söyleme indirgenmiş oluyor İslâm.

Güncelleme konusunda daha önce önce yazdığım yazıda İslâm’da reformun kavramsal olarak olanaksızlığından, reformun bireysel anlayışlarımız temelinde gerçekleştirilebileceğinden, bunun da güncelleme olduğundan söz etmiştim. Güncelleme, güncelleyen merkez ile güncellenenin özdeşliğine işarettir: Kapsanma. Güncelleme, bu bağlamda, Revision’dır. Reform ise, var olanı, daha iyi olduğu düşünülen ile düzeltmek demektir; düzeltme, nisbidir ki, sözcüğün “re” hecesiyle gösterilen bölümüdür.

Ortodoks İslâm’da, kilisenin devlet olduğu, devletin dinin sahibi olduğuna değinmiş Sayın Bilici. Dinde ruhbanlık ve zorlama olmadığını, Kur’ân’da da ruhban sınıfı oluşturanların eleştirildiğini anımsarsak, bu sorunu Hz. İbrahim’in yanlış anlaşıldığı ya da hiç anlaşılmadığı biçiminde yorumlamak daha yerinde olacaktır kanaatimce. Yasanın temellendirilmesinin halihazırda soyutlama ve olumsuzlama gerektirmesi hasebiyle, Hz. Musa’ya değinmeye bile gerek duymadım.

Dinin, akılla ilişkisinin kurulmasında da aynı sorun söz konusu. Aklını kullanan kişinin, inananlardan olamayacağı gibi bir çıkarım yapılmış. Şöyle söylüyor Sayın Bilici: “Hakiki dindarlar, dini bilmeyen kişilerdir. Dini bildiğin zaman, inanma azalıyor. Bu çok net bir biçimde görülen bir şey. Çünkü, dinin hakikatle olan ilişkisi, yüzeysel ve araçsaldır.”

Bu, oldukça indirgemeci bir anlayış. Dinlerin aşamalı olarak, bir sonrakinin bir öncekini kapsayarak geldiğinden söz etmiştim. Bu mertebeli anlayış, dinin, akılla ilişkisinde de söz konusudur. Akıl, bir bağ kurma yeteneğidir. Kişi, dolayımlayabildiği nesneyi, sonunda düşüncesine ve hatta yalnızca düşüncesinde konu edebildiği aşamaya dek taşımak ister; açıklamak, anlaşılmak ve bilinmek isteyen bir varlıktır insan. Bu bağlamda, sonsuz olanın, sonlu olanda ifadesi söz konusudur; bilinmeyi isteyenin, kendi ruhundan sonlu olan insana üfleyenin, sonsuzun anlatımı… Bu söyleyiş biçimi, çeşitli araçlarla gerçekleştirilebilir. Kendini tenselleşerek estetik algımıza verdiğinde, kısacası sanat olarak sunduğunda, hakikat daha mı azdır? Bu artık yetersiz olduğunda, dışsal malzeme kullanılmak istenilmediğinde, imgelem ile düşüncenin birlikte yürüdüğü bir ifade olduğunda, kısacası din olduğunda hakikat daha mı azdır?

Dinin, hakikatle ilişkisi yüzeysel olamaz; sorgulanmamış dinin hakikatle ilişkisi yüzeyseldir. Kuşkusuz felsefe, hakikati kavramsal olarak ele alır ve orada tasarım ve imge bulunmaz. Anlatımı da buna uygun olandır. Bu aşamada, kavramsal olanın ne olduğunu İhlâs Sûresi bağlamında tartışmak gerekir. Hegel’in, Hristiyanlık’ta bulamadığı, dinden felsefeye geçiş ögesi, İhlâs Sûresi’dir. Arı kavramsal bu sûrenin anlamı zevk edilmeden, örneğin ahâdiyet nasıl bilinebilir? Ahâdiyet anlaşılmadan samedâniyet, tevhîd… Hepsi içi boş tekrarlara dönüşüyor.

Hegel’den esinlenerek genişlettiğim bir tümceyle özetleyeyim bu durumu: Tanrı, biçimini sanatla, tinini dinle, aklını felsefeyle, doğasını bilimle bildirendir. Birini ötekine üstün tutmak, anlayışımızın henüz tamamlanmadığını, kemâle ermediğini gösteririr.

Dinin tarihsel bir olgu olarak sınırlanması pozitivist, dolayısıyla dışlayıcı bir bakış açısıdır. Dinden mitleri, felsefeden dini, bilimden felsefeyi çıkardık ve bu indirgemeci tutumun yarattığı anlam yitimiyle baş edemiyoruz. Sayın Bilici, “Din, nasihattır, gerisi aşağı yukarı hikâyedir,” demiş. İşitmeyen kulak için nasihatin öneminin ne olabileceğini açıklasa nasıl da iyi olur! İlmi olmayan, nasıl işitir ve görür? Allah’ın sübûtî sıfatlarında ilim, işitme ve görmeden önce gelir; bu sıralama, rastgele değil kavramsal bir sıralamadır. Aksi takdirde, Semîtik kavmin etnik kökeniyle sınırlı anlamına hapsolmaz mıyız? Ancak işiten kulak için Kur’ân bir nasihat olabilir. Bir öznenin inşâsı için gerekli olan doksan dokuz ismin ve daha nicesinin, tevhîde giden yolun diyalektik örgüsünün “nasihat”e indirgenmemesi gerekir. Aksine, nasihatin, monitum dare anlamını tâc edelim: Önerildiği gibi yiğit olalım.

“Deizm denilen şey, İslâm’ın kabuk bağlamamış hâlidir.” Bu açıklamaya oldukça şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Deist Tanrı, köşeye çekilmiş Tanrı’dır. Bugünün gençleri, Deist Tanrı’yla uzlaşamaz. Emekli olmuş bir Tanrı imajı onları tatmin etmez. Her an bir şen’de olan Allah için Deist Tanrı pek sıkıcı bir etiket olmalı. Sayın İhsan Fazlıoğlu’nun, ateist türbanlı gençlerimizle ilgili yaptığı açıklama çok cesur ve dürüst bir açıklamadır. Gençlerin, nihilizme savrulduklarını düşünmek daha doğru olur bu aşamada.

İslâm fıtratında doğmuş olmamız, bizi otomatik olarak mümin katına geçirmiyor. Uygulamanın adı İslâm, ürüne baktığımızda ismi ile müsemma olmadığını kabul etmek durumundayız. Tenzihte kaldık, teşbihe bir türlü geçemiyoruz. Oysa İslâm, beynet tenzih ve teşbihtir. Emin olun, tenzih aşaması sağlıklı yapılmış olsaydı, bugün İslâm Âlemi farklı bir konumda olurdu. Bunun ne demek olduğuna, Yahudi toplumuna bakarak karar verebiliriz.

İslâm’a en ciddi zarar içeriden verilmektedir. Yıkım, uygulamalarında bir türlü vaat edilen huzuru bulamayan bireylerin kendilerini sorgulamaktansa, dini siyasete âlet etmeyi yeğlemelerinde; emmâre nefsin, toplumu kendi düzeyine uygun hale getirme çabalarında; deneyimlenemeyen özgürlük ve barış duygusunun yadsınması gibi pratiklerde aranmalıdır.

Sayın Bilici’nin konuşması, tam da gereksinim duyduğumuz tarzda cesur bir konuşma. Değindiği noktaları, eleştirdiği konuları yok sayarak karşı tavır almak yerine, kulak verilmeli kendisine. Özellikle, kadının getirildiği konumu, İslâmcı çevrenin ortaya dökülen bilinçaltı ile nasıl hesaplaşmak zorunda kaldığını, tarafsız ve yalın sözlerle anlatmış. Geçiştirilecek bir yan kalmadı, sosyal demokratları mürted ilân edenlerin, üniversitelerde rektörlük yapabildikleri bir döneme geldik. Muhafazakâr İslâmcı çevreden gelip, aidiyetlerini sorgulayan, içinde yetiştikleri sistemi korkusuzca eleştirebilen İhsan Eliaçık, Dücane Cündioğlu, Hidayet Şefkatli Tuksal, Levent Gültekin, Mücahit Bilici, Esat Aslan gibi adlara, bizzat İslâmcı camia sahip çıkmalı, düşünceleri önemsenmeli.

Muhammed’e giden yol uzun…