Uygar bir ülke vatandaşı olmayı çok isterdim. Bazı seçimlerde, dinci ya da faşist olmayan, oy oranı çok düşük bir partiye oy vermek gibi bir seçeneğimin olabilmesini; sıradan bir vatandaşın yapabildiği kadar ekonomiden anlamayı, stagflasyon sözcüğünün değil anlamını bilmeyi, hiç duymamış olmayı ne çok isterdim. Tefekkürlerime âniden inerek, “bunu mutlaka yazmalıyım” dedirten coşkuma: “Baksana memleketin durumuna, şimdi sırası mı?” diyerek ayar veren aklımı, dinlememe lüksüm olsun isterdim.

Barış ve adâlet isteyenlerin terörist ilân edildiği; yüzbinlerce KHK mağdurunun olduğu; mafyöz tehditler savurmasıyla bilinen Cem Küçük’ün gazeteci sayılabildiği; Ahmet Hamdi Çamlı gibi Kenan Sofuoğlu gibi kara câhil adamların milletvekili olabildiği; ne meslekî, ne de özel yaşamlarında adâlet kavramına kafa yormuş hakimlerin mesleklerini uygulayabildikleri; kayyımların arkalarında bıraktıkları pisliğin, yoğun kullanılmış bir tuvaleti temizlemekten bile daha iğrendirici olduğu ve bu listenin, ne yazık ki, sayfalarca sürdürülebileceği bir kâbusun ortasındayız. Daha, eril şiddete, tecâvüzlere, işçi ölümlerine bile sıra gelmedi.

Ana karakteri korkaklık olan –ki, bunu saldırmak amacı ile yazmıyorum, düşünsel boyutları kolaylıkla serimlenebilir- bu baskıcı rejim, bizi, birleşmiş, genişlemiş muhâlif bir kanat olarak biraraya getiriyor. Çakallar ulurken, sırtlanların pis soluğunu ensemizde duyumsarken, safları sıklaştırırken, birbirimize şu kötülüğü yapmaktan imtinâ etmeliyiz: tek-tipleştirme. Baskın karakterimizin, stres anlarında ortaya saçıldığı gibi; demokrasi anlayışımız da içselleştirebildiğimiz ölçüde dışarıya yansıyacak.

Sosyal medya hesaplarımızdan yargıç edâsıyla “şu şu tipler beni takip etmesin, listemden çıksın” diyoruz; başkalarının paylaşımlarını takip edip: “şu konuda bir tivitini de görmedik” diye düşünüyoruz/yazıyoruz/yargılıyoruz; yalnızca edepsizleri değil farklı sesleri de sessize alıyor ya da engelliyoruz. Son dönemde açılan bir “hashtag” eteğimizdekilerin saçılmasına yetti. Örneğin ben, Ekrem İmamoğlu’na oy verilmesinin hakta duruş olacağına inanıyorum, lâkin hezeyana kapılmak zorunda değilim. Biz, ergen ruh hâlliyiz. Bir olayla hemen depresyona giriyor, aksi yönde beş dakikalık bir konuşmayı takiben bulutların üzerine çıkıyor, sevince gark oluyoruz. O zaman, demezler mi, “Kardeşim, senin bu konuşmadan beş dakika önce aklın neredeydi?” Düşüncelerini kontrol edemeyen birinin, ruh hâlinin iniş çıkışlarını, savrulmalarını kontrol edebileceğini beklemek boş bir iş.

Bir konu ile ilgili görüş belirleme tarzımız, bir sınıfı içeride tutup ötekileri dışarı atan bir okul müdürüne benziyor. K12 bir okulda anasınıfı da var lise son sınıf da. Onlara, içeride, aynı ortamda, farklı seviyelerde eğitim verip bunu sistematik bir biçimde yapabildiğimizin göstergesi mezun vermektir. Evrensel/Universal olmak için üniversiteye gidecektir mezunlar. O sürecin sonucunda ise basit ama tek sözcükle belirlenebilen bir kimlik sahibi olur üniversite mezunu: öğretmen, avukat, doktor, biyolog… İlkokul seviyesi, lise, üniversite seviyesinde konuşamaz. Her şeyden önce farkındalığa gereksinimimiz var. Bütünü göremeyen, henüz kapsayıcı olamayan alt seviyelerden konuşacaktır. Üst seviye düşünce az konuşur, öz konuşur. Meslekler gibi, basit bir sözcük ama onca yıllık emek; basit bir cümle ama çok derin. Türkiye’de, düşüncelerini bu seviyede ortaya koyabilen kişilere, onların konuşmasına ve acilen eyleme geçilmesine gereksinim var.

Örnek olarak çok sorunlu milliyetçilik kavramını ele alalım. Prof. Dr. Kemal Üçüncü’nün Twitter hesabından yaptığı bir paylaşım tokat etkisi yarattı, ilgilenene. Türkiye İşçi Partisi’nin, 1965 yılı parti programından bir milliyetçilik tanımı:

“Kişiliğini Kurtuluş Savaşı’nda bulmuş olan Türk milliyetçiliği, halkçılıktan ayrı düşünülemez. Türk Devleti’ne yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk milliyetçiliği, ulusun tüm fertlerini kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün sayar; milletimizi, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip, kişiliği olan bir üyesi olarak, bilimde, teknikte, kültürde, ekonomide ve toplum hayatının her alanında daima yüceltmeyi amaç bilir. Türk milliyetçiliği, başka milletleri aşağı gören, ırkçı, saldırgan ve sömürücü bir ideoloji asla değildir. Batı’da sömürgeci ve saldırgan çevreler, milliyetçiliği, dış sömürücülüğün elinde saldırgan ve başka milletleri küçük gören bir ideoloji haline getirmişlerdir. Türk milliyetçiliği, milletlerin özgürlük ve kardeşçe dayanışma içinde yaşamaları esasını benimsediğinden dolayı insancıldır.”

Sosyalist bir parti olan TİP’in programında kaleme alınan bu milliyetçilik tanımı, sağcılıkla değil evrensellikle ilgilidir. “Evet ama” karşı çıkışlarına, 1A, 4C, 7D, 11B diyorum. “Yukarıda tek-tipleştirme kötü dedin, burada ise övüyorsun” gibi yetersiz çıkarımlarla ilerlemeyin lütfen. Bu tanım, köklü bir sentezdir.

Kendini taraf hissedenlere sesleniyorum: Bu metinde, Kürtleri ötekileştiren ırkçı bakışınla yüzleş diyor; Alevîleri müslüman saymayan yobazlığını, at kenara diyor; kana/soya dayandırdığın faşist söylemleri, törpüle de gel diyor; sömürdüğün kadın, işçi, çoluk-çocuk kim varsa, artık bir son ver diyor. Ne kadar net bir anlatım. Yaslandığı ilke, evrensel bir ilke. Eksik lâkin, yalnızca iki boyutlu. İki boyutlu bu metin, üç boyutlu hâle gelecek ki, dirimliliğini duyumsayalım. Onu biz dirilteceğiz, evrensel ilkeyi benimsemiş bireyler olarak kişiliğimize, çevremize, mesleğimize günlük işlerimize bu tutkuyu yansıtacağız ki, bir ucundan tutmuş olalım.

Derin düşünce, tek kalıp politik bir yeğlemenin değil evrensel olanın peşine düşürür insanı. Kültürün, uygarlığa taşınarak şuurlandırılmasını takiben, yerel olanın, evrensel şemsiye altında hakkının verilmesini gerektirir Türk Milliyetçiliği. Ağzından salya akan kurt adamlarla ortak bir paydası yoktur. Cüz, Küll’de ifade edilmeye sevdâlıdır; bu sevdâ, onu bizzat Küll’de boğar, bu nedenle, geriye, kendine dönmek durumundadır. Özgürlüklerin de bu çerçevede ele alınması sağlıklıdır. Ya susuzluktan ölüyoruz ya da boğularak; dengeye gelmek gerek.

Bu anlayış etrafında yeniden örgütlenmezsek, fırsat kollayan ağızlara lokma olmaktan kurtulmamız zor. Onikinci yüzyılda, örnek bir toplumsal örgütlenme modeli olarak anılan Âhîler incelenmelidir. Bu örgütlenme biçiminde, Reel ve İdeal Ben’in, ideal birlik olarak örgütlenmesi, kişinin öznel çabalarına terk edilmemiştir. İnsan, toplumsal bir varlık olarak, meslekî eğitim sırasında ve sonrasında, içine doğduğu kültürü zenginleştirerek sürdüren bir kültür varlığıdır. Tarihçi Battuta’nın, özel bir önemle ele aldığı Âhîlik, zamanında, hem iktisâdî, hem sosyal, hem de siyasal bir model olabilmiştir. Âhîler, dayanışma, kardeşlik, sosyal adâlet, eşitlik, yiğitlik, cömertlik, barış gibi ülkülerin, şeklen değil fiilen uygulanabilmesine önem ve öncelik verirlerdi. Kadının, toplumda saygın bir yeri vardı. Sanırım, ‘Âhîlik, çeşitli bakımlardan, sentezin, kendini ortaya koyuşudur’ dersem pek de yanılmış olmam. Darısı başımıza.