Bir çocuk gördüğümüzde, anne ve babasının olduğunu, anne ile babayı bizzat görmesek de biliriz. Karşı cinse ait iki beden birleşmiş ve çocuk olmuştur. Çocuğun var oluşu, hiç görmediğimiz iki cinsten insanın bedende rüşte geldiklerinin yeterli bir zeminidir; kanıtıdır. Kadın ve erkeğin var oluşu, çocuğun bedeninde bir ayrımlı birlik olarak içkindir: Anne, baba, çocuk. İster halk, isterse Hakk tarafından olsun, var edişin aslının işte bu üçleme olduğu söylenilir. Üçleme; teslis ya da selâse olarak da bilinir. Çocuk, burada, üçlemeden doğan olarak, üründür. Tevhîde/bireşime, üründe ulaşılır. Tevhîd, ürün gerektirir, ürünse özne.

Eğer, bir çocuğum olmadığı hâlde, çalıştığım şirketten çocuk yardımı istersem reddedilirim. Onlara, çocuğumun olduğuna bir kanıt olarak, kendi bedenimin üreme potansiyelini, başkalarının çocuklarını gösteremem. İşveren, haklı olarak, ebeveyn olan öznenin, tevhîd ürünü olan bebeğinin var olduğunun kanıtını isteyecektir. Yeterli bir zemin arayışıdır söz konusu olan. Yeterli zeminlerden söz etmek istiyorsak, zeminin var oluşunu, her zaman başkasında taşıdığını anlamalıyız. Zemin, ne kendiyle özdeş ne de salt olumsuzlama olarak bir belirlenim olmanın; gerçek özselliğin, var oluşunu, her zaman başkasında taşıdığının bir anlatımıdır. Burada söz konusu olan, “üreme yetisi” bakımından insan bedenidir ve zeminini başkasında gerçekleştirir.[1]

Kurgul felsefede olduğu gibi, tevhîdin de başlangıç ilkesi olumsuzlamadır. Lâ İlâhe. Lâ, eş deyişle olumsuzluk ilkesi, her şeyin temelinde olan, devindirici bir ilkedir. Karşıt ilkeyi devindiren hareket, olumsuzlama yoksa, kendini, kendi ile bağıntılayacak olan bir şey kalmaz: Anne, çocuğunun bedeninde kendini değil çocuğu görür; kendi çocuğu olduğunu bilir, çünkü kendi, çocuğun bedeninde ortadan kaldırılmış bir ayrım olarak içkindir.

Varoluşun bu temel ilkesi, İslâm’da, Allah’ın birbirine karşıt isimleri etrafında örgütlenir. Muhyiddîn İbn Arabî, Allah’ın Cami-ül Ezdâd olduğundan söz eder. Allah’ın isimleri, zıtların[2] birliğidir. Buna, Esma-i Cem de denilir. Evvel-Âhir; Hâdi-Mudill; Zâhir-Bâtın vd. Bunlar, dikotomik olarak ele alınan, aşılacak ayrımlardır. Aşma, bize bir ürün verecektir ki, tevhîd, yalnızca bu üründe gösterilebilendir. Örneğin, Cemâl-Celâl karşıtlığının sentezi bize, Kemâl’i verir. Esma-i Küllehâ Allah, Âdem’e tüm isimleri talim ettirdiğini söyler. “Hz. Âdem’e isimleri öğretti,” demek, isimlerin delâlet ettikleri şeyleri de tâlim ettirdi demektir. İbnü-l Arabî’nin, Füsûs’ul-Hikem’inde[3] anlattığı gibi, Âdem olarak anılan, Allah’ın, yeryüzünde halifesi ve makam-ı cem’in sahibidir. İnsan, yeryüzünde, Allah’ın isimlerinin cem edildiği öznedir. Makam-ı farkın değil makam-ı cemin sâhibidir.

Arabî, bu isimlerden, Ayân-ı Sabite’ler olarak söz eder. Platon’un İdea’ları, felsefenin ilkeleridir bu isimler. Hakk, Esmâ âlemidir; yâni, sıfatları, fiillere çeviren insan yetisidir. Halk, zâhirdir; Hakk ise onun bâtını. Hakk’ta ne varsa zâhire, halkiyete gelmek zorundadır. Furkân, ayrımdır, farktır. Kur’ân ise Cem’dir. Farkta, bir ilâh bir de kul, emirler ve nehiyler vardır; Cem’de ise İlâh ve melûhun birliği olarak Allah’tır. Hakk’ın açığa çıkışı furkânîdir, fark üzerinedir. Kur’ân, Furkan’ı içine alır.

İslâm dininin, tevhîd dînî olduğu sıkça dile getiriliyor olsa da ortada bir ürün yok. Yukarıdaki metafora dönersek, arkadaşımızın evrâkıyla işverenden çocuk parası alan kişilere benziyoruz. Tevhîd kavramı, içi boş bir tekrar olarak sürekli gündemde. Oysa, Allah, her an bir Şen’de olduğuna göre, Âdem’e isimler hâlen öğretiliyor olsa gerek. Gerek bilimlerden, gerekse de kendimizi bilmekten ne kadar uzağız! Eylemin olmadığı yerde, özneden söz etmek olanaksız. Bu yanlış anlama, monoteist bir din anlayışından kaynaklanıyor. Monoteizm’de, ayrımlı birlik yoktur. Ayrımı dışlayan doğası, uygulamada otoriter rejimleri besliyor. Tevhîd, birini,ötekine üstün kılma çabası değildir. Musevîliğin ve Hristiyanlığın dışlandığı yeni bir din çıkmış ortaya; hakikati olmayan. Monoteist bir din anlayışında, varlığın tüm belirlenimleri olumsuzlanmıştır. Varlığın belirlenimleri olan yansımalar, yaşamın zenginliğidir oysa.

Son dönemde yaşamış bir bilge olan, Lütfi Filiz’in sohbetlerinden derlenen önemli bir kitap olan Noktanın Sonsuzluğu’nda[4], dînî kavramlar titizlikle ele alınmıştır. Sayın Filiz’e göre: İslâm, insanlık tarihi boyunca sezgide olanın, örtük olanın açığa doğru ilerlediği bir sentez olarak; Musevîlik (tenzih) ile İsevîliğin (teşbih) şuurlu olarak yaşantılanmasıdır. İsevîlikteki Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesinin dışlanması, bizi Monoteizm’e götürür. Tasavvufun, Müslümanlıkta Îsâ’yı anlamak olduğundan söz edilir. Kur’ân’da, Allah’ın bizi kendi suretinde yarattığı ve Îsâ’nın da Allah’ın ruhu olduğu söyleniliyor…

Sonlandığı yer, zâtî tevhîd olan, tevhîd-i efâl ve tevhîd-i sıfat aşamaları, öznenin; aranması, arınması; tıpkı, cami minaresine çıkan merdivenler gibi, içten inşâsı/yapımı demektir. Özneyi aramak, elindekilerde bunu bulamamış olmayı gerektirir. Arınmayı istemek, kirlenmiş olduğunun idrak edilmesi demektir. Lâ ilâhe (tenzih/Mûsâ) ile illâllah (teşbih/Îsâ) hâli hazırda tesis edilmiştir, bunun bir denge olarak yaşantılanabilmesi, İslâm’dır.

Monoteist bir uygulama, illâllah’tan başlamak demektir. Oysa, Kelime-i Tevhîd, “Lâ” ile başlar. İbrahim Peygamber, “öznenin aranışı” yolculuğunda ilk adımdır. Elinde, evinde, ocağında, atasında, töresinde, zihninde bulduğuna, “Lâ” demiştir. Lâ’nın, eş deyişle, olumsuzlamanın ulaştığı Nirvana’da, Buda’yı buluruz. Bu, sıfıra çıkma, dışlanılacak bir aşama değil aksine, yolun zorunlu uğraklarındandır. Zanlarından arınarak boşalmış bir kaba işaret eder. Bunun öncesinde, illâllah demek, yalan olacaktır.

Bilge Dostum Metin Bobaroğlu’na göre, bir mâbed inşâsı gerekir. Bir mâbed ki; kalbi, Hz. Davud; ruhu, Hz. Îsâ; aklı, Hz. Mûsâ ve öteki peygamberlerin işaret ettiği has esmâî nitelikler ile birliğe gelmiş bir beden ve nihayetinde, bunun dönüp kendi üzerine baktığı, bu bedenin şuuru olarak, Hz. Muhammed. İdeali, evrensel insan olan bir model. Tüm isimler, yani yetiler insandadır, ama tek bir kişide değil insanlıktadır. Kişi, bu nedenle En’el-Hakk diyebilir ama En’el-Allah diyemez. Öznel tin, kul; nesnel tin, halk; saltık tin, Allah’tır. Kul talep eder, Allah Hakk ile o kulun öz rabbi olan, ruhuna vahyeder ve kuldan fiil zuhûr eder. Allah, Rablerin Rabbi; Rabb-ül âlemindir; her kulun Rabbi, bu Rabb-ül-âlemine tâbidir ve Rab da irâd eden, terbiye eden, geliştirendir; yani Hakk’ın irâdesi, Rabb’dır. Su, eğitim, insanca yaşam, haktır diyebiliyorsak, “Ben Hakk’ım” demekten, eylemlerimizde Hakk’ı görünür kılmaktan niçin imtina edelim? Tevhîd, yalnızca düşüncede ya da öte bir âlemde değil bizzat üründedir.

Kur’ân, Allah’ın Hakk ile halk ettiğini söylüyor. Allah’ın sıfatlarını, kendi eylemlerimin dışında nerede deneyimleyebilirim? Ben çok sevilsem bile eğer sevemezsem, Allah’ın Vedûd adını nasıl anlarım? Merhameti kendi eylemlerimde gösteremezsem; “Allah, merhamet edendir”, boş bir söz olmuş olmaz mı?

Metaforik bir anlatıma başvuralım: Allah’ın bir ismi, elAdl’dir. Mutlak adâlet sahibi anlamındadır. Bunun evrensel boyuta taşınarak (Rabb’ül-âlemin) şu ya da bu kişinin tekelinden kurtarılarak evrensel uygulamaya (evrensel hukuk) açılması tevhîde getirilmesidir. İslâm’ın, tevhîd dini olması, evrensel olmayı getirir. Ayrımın dışlanması değil aksine, birliğe getirilmesidir. Bu çerçevede, bir devlette, Adâlet Bakanlığı’na bağlı çalışanlar, onun el-Adl adının kullarıdır. Rableri olan Adâlet Bakanı’nın emirlerine uyarlar ama onun kişiliğinden kaynaklanan emirlere değil. Bakanın, adâlet ilmini (sıfat) ve onun gereğini emretmesi gerekir. Bu, bakanın, Hakk ile emretmesi demektir. Öteki tüm bakanlıklar için de bu bir cine qua non’dur: Hakk ile emretmek. Hakk üzre olmak. Kavram, eylemle kurumları oluşturur. Kurumların içi boşsa bu düşünülmeli. Adâlet Bakanlığı, öteki bakanlıklarla, Başbakan’a bağlıdır. Başbakan, bu benzetmede Rabb’ül-Âlemin’dir. Milletvekilleri, İlliyûn Melekleri gibidir, dokunulmazlardır. Allah ise tüm bu ayrımların birliği olan Devlet’tir. Allah, hükmî şahsiyettir. Her şeye o hükmeder, ama onun ayrı bir varlığı yoktur; varlık, tümüyle odur, devlet gibi.

Adâleti sağlamak, devletin görevidir dersek, bu doğrudur; Bakanı’nın görevidir dersek, bu da doğrudur; hâkimin görevidir dersek bu da doğrudur; fark mertebelerdedir. Farkın, ayrımın birliğe gelmiş ifadesi devlettir.

Yasama, yürütme ve yargı, üçlemedir. Metin Bobaroğlu, bunun, İslâm’da, ilim-irâde-kudret olduğuna işaret eder ve kuvvetler ayrılığı yerine, “kuvvetler ayrılığı ve birliği,” denilmesini önerir.

Tevhîdin, monoteizm olarak anlaşılmasının; otoriter, tüm yetkilerin bir elde toplandığı, farkların baskılandığı yönetimler olarak yansıması şaşırtıcı olmasa gerek. Hukukun Üstünlüğü Endeksi, ülkemizi 126 ülke arasında 109. olarak gösteriyor. Üst sıralarda tek bir Müslüman ülke yok. En yoksul ülkeler, ağırlıklı olarak Müslüman, onları yöneten liderler ise dünyanın en zenginleri arasında.


Yararlanılan Kaynaklar:
Fusûsu’l-Hikem, İbnü’l Arabî
Mantık Bilimi, Hegel
Din Dersleri, Hegel
Dinle Ney’den, Metin Bobaroğlu
Bâtınî Gelenek, Metin Bobaroğlu
Kişisel Yazışmalar (2009-2019), Metin Bobaroğlu,

[1] Doğada diyalektiğin var oluşu, tartışılmış bir husustur. Beden, doğaya aittir, beden, özne midir? Doğada da olsa, bu aşılmış birliği (diyalektiğin ortadan kalkışı) bireşim olarak tevhîd olarak gören/akleden özne olarak insandır bu yazıda bahsedilen.

[2] Dönemin terminolojisi ile “zıt” olarak karşılanmış olsa da, aslında “karşıt” anlamındadır.

[3] Fususu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Ahmed Avni Konuk, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., (1989)

[4] Noktanın Sonsuzluğu, Lütfi Füliz, Pan Yayınları, (2015)