Geçen haftaki yazım, orijinal halinde uzun bir yazı olduğundan, bazı bölümleri çıkararak göndermiştim editörüme. Aldığım yoğun geri bildirim ve yazının rağbet görmesi nedeniyle, bu hafta öteki yarısını bir ek ile göndermeye karar verdim.

Eklediğim bölüm, Sally Potter’ın, “The Party” (2017) adlı filmine dair kısa bir yorum. Bazı dostlarım, filmi tam da yazımda işaret ettiğim soruna değindiğinden dolayı izlememi önerdiler. Öncelikle, filmin izlenilmesi gerekenler listeme giremediğini belirtmeliyim. Yüzeysel bir eğlencelik. Oldukça yakından tanıdığım İngiliz elitlerinin, bu kadar açılmalarının bile mucize olduğu gerçeğini göz ardı etmesem de insan ruhunun çözülmesi, baskı altında olduğunda tüm çıplaklığı-çirkinliği ile ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunun başarıyla vurgulanması bakımından, Roger Gual’in, “7 años” (2016) filmi ve benzerlerini yeğlediğimi belirtmeliyim.

Kadın-erkek ilişkileri konusunda kafanız karışırsa biyolojiye başvurun. Geçen hafta, yüzeysel geçtiğimi, ilginç bir şey aktararak ayrıntılandırayım: oogenez. Yani, yumurta hücresinin oluşumu, çok ilginçtir. Bilimsel terimlere boğmadan, çarpıcı yanını hemen dile getireyim: Ben, anneannem, anneme gebeliğinin yaklaşık beşinci ayına girdiğinde, annemde yumurta hücresi olarak vardım! Hepimiz öyleydik. Her kadın, henüz annesinin rahminde fetüs durumunda iken yumurta hücrelerine sahiptir. İşte böylece, hepimiz, babamızdan gelen “günlük” spermin, annemizdeki “güngörmüş” yumurta hücresi ile birleşmesinden oluştuk.

Sperm üretebilmek için oğlan çocuğunun büyümesi gerekir; kız çocuğu ise doğduğunda emanetle dünyaya gelmiştir. Sperm üreyebilmek (anlam kazanabilmek) için kendini (bedenini) terk etmek zorundadır, sonsuzluğa kavuşması başka bir bedende olur. Dişil olan ise kendi orijinal biçiminde gün ışığına çıkamaz; çünkü, gün ışığına çıkmak, eylem gerektirir; o yalnızca cazibe yaratır, kendine çeker; sperm, ait olduğu yere dönecektir mutlaka. Mutlaka diyorum, zira az önce terk ettiği bedenin genetiğinde, bir zamanlar yumurta hücresine karanlığa, dişil ve alıcı olana geri dönebilmiş başarılı bir spermin kodları yazılıdır: genetik yasa.

Eril, tek boşalmada üç yüz milyon sperm üretebiliyor. Bunların yalnızca birkaç düzinesinin yumurtaya yaklaşabildiğini biliyor muydunuz? Yaklaşabilen sayılı sperm, neden bu ayrıcalığa sahiptir hemen söyleyeyim: Zorlukları aşıp dişi üreme kanalındaki yolculuğun belirli bir aşamasına ulaşabilen spermlerden, üretilen kimyasal maddeye direnç göstermeden teslim olanların başını kaplayan zarda bir değişiklik olur. Bu değişiklik, o spermin daha kararlı ve hızlı yüzmesini sağlar. Yine de yalnızca bir sperm içeri alınır.  Yumurtaya temas ettiğinde hücre çeperleri erir ve yumurta spermi hızla içine çeker. Bu değişiklik ve teslimiyet, spermi pişman etmeyecektir: Bir sonraki nesle genetik kodlarını aktaracak, sonsuzluğa kavuşacaktır.

İşte, sözsüz bölgede, karanlıkta gerçekleşen bu olay, kuşaktan kuşağa, çok derin bir hakikatin biyolojik boyuttaki dışlaşması olarak yaşanır. Dişil yanımız, biz doğmadan önce bizi bekliyordu! Bırakalım, niyetimizi dişil yanımız belirlesin; adâlet terazisini taşıyan kadın ile simgelenen dişil yanımıza istirham edelim; o, her zaman bağışlayıcı ve kapsayıcı olandır. Kendimizden (niyetini unutmuş eril eylem), kendimize (niyet) sığınalım.

Gelelim filme… Film, her karesi, her saniyesi ile geçen haftaki yazımın şu bölümünün bedenlenmesi gibiydi âdetâ: “Özüne dönük olmayan, eş deyişle; nitelikten daha çok niceliğe; ilkeden daha çok çıkara yönelik eylemlerimizin hesabını yine kendimize vermek zorunda kalırız: bütünlüğümüz parçalanır, huysuzlaşırız.”

Filmdeki karakterlerin her biri, evini, niyetini unutmuş eril yanımızdır. Bu nedenle, huysuz ve mutsuzlardır. Her oyuncunun sergilediği davranışların, bizim bir eylem biçimimiz olduğunu, o odada tek kişi olduğunu düşünebiliriz. Filmde dişil olan, eksikliğini duyumsadığımızdır. Kadın bedeninde görünenler, dişil yönlerini arayan, kendi erilliklerinde boğulmuş kadın görünüşlerdir. Yorumlarımı, fazla ayrıntıya girmeden yapacağım.

Tek yabancı karakter olan Alman Gottfried (Gott-fried: tanrı-barış), yalancı mürşiddir; palavracı yanımızdır. Söylemleri iç bayıcı klişelerdir, yapmacıktır. Köşeye sıkışınca, öfkesi, şiddete olan eğilimi ortaya çıkar. Sorulmayan soruları yanıtlar. Fazla konuşur. Yaşama döndürme çabası yetersizdir. Kendimizi, büyük bir yetkinlikle denetlediğine inandığımız gözlemci yanımızdır: Ne yazık ki, yapamadığı tek şey, sağlıklı bir özeleştiridir; soyunduğu göreve, hakikatimize yabancı bir tutum sergiler. Bir de işte bu yanımızdır, yabancıları, yani ötekini “aslında nasıl olduğumuz” konusunda ikna etmeye çalışan. Söylemiştim; dişil yan, kül yutmaz!

Muhâlefet partisinin sağlık bakanı olan (shadow) Janet ise tüm dünyaya hakikat ve uzlaşma (barışma) konusunda seslenmekte, ne yazık ki kendi, kendi ağzından çıkanları duymamaktadır. Yaşamı, kandırma üzerine kurulmuştur: Yuvaya dönemeyen, şeytan tarafından baştan çıkarılmış bi-çâre.

Okunulacak bolca simge vardı filmde, bir simgeyi birlikte okuyalım: Yanan yemeğe dikkat ettiniz mi, hani çöpe atılan? Yakılan, başarılamayan, lezzetine varılamayan… Volován: Ortası çukurlaştırılmış bir hamur parçasının oyuğunun, tercihen et ürünleriyle doldurulmasıyla yapılan hafif bir yemek. Vol-au-vent yani rüzgârla uçan hafiflikte! Öylesi doğal… Aksi: eril kadınlar, çocuksuz çiftler.

Filmin başında, Bo Diddley’in “I am a man” adlı parçasını dinleyen entelektüelimiz Bill ise, ölümle karşılaştığından, erkek olduğunu anımsamış gibidir. Cesurdur nihayet! Artık, kendini iki yıldır aldattığını karısına söylemeye karar vermiştir. Yakında, karanlık bir çukura yatacaksın Bill! Seni kibirli palavracı! Ah o ölüm korkusu! Ne hale getirdi seni! Niyetini anımsadın onca zaman sonra… Marianne’e ilgi duyduğunu anladığın an; oracıkta karına, ilk olarak karına açılsaydın, itiraf etseydin; aldatarak çirkinleşmeseydin eğer; kellem pahasına, cenazene bir düğün alayı gönderirdim.

Kadınıyla birlikte olan adam! Onun bedenini fethettiğin safsatalarını bir yana bırak da, o anda bir bak bakalım gözlerine, hakikaten içinde misin kadınının?

Not: Şu muhteşem tespit üzerine daha çok tefekkür etmeli belki de:

“Kim ki, büyük bir şey ister, toparlamalıdır kendini: İlkin sınırlamada gösterir kendini usta.
Ve özgürlüğü bize ancak o zaman verir yasa.” Goethe