Dişillik ve erillik eşit iki ilkedir. Birlikteliklerinden, anlayış doğar. Simgelerle anlatılırlar.

Bu simgeleri çözmek, kendi kitabımızı okumak demektir.

Sahiplenici dişil yanımız, bir an önce ait olduğu yere dönme çabasındaki eril yanımızı teslim alır. Erkeklerin akıllarının, sağlıksız bir sıklıkta sekste olmasının temelinde, tamamlanmak için ait oldukları yere geri dönüş çabası; kadınların, eşlerini, evlerini, çocuklarını sağlıksız, giderek erkeksi bir biçimde sahiplenmelerinin ardında ise tamamlanmak için bekleyişleri vardır.

Böylece, tereddütsüz bir biçimde, kendi dişil yönü ile tanışıklığı artan erkeğin giderek cinsellik cenderesinden kurtulacağını; yine kendi dişil yönü ile barışan kadının ise yakın ilişkide bulunduğu kişilere özgürlüklerini tanıyacağını söylemiş oluyorum.

Aidiyetten söz edebilmek için ait olunan yerin terk edilmiş olması ya da ait olunmayan bölgeden ait olunan bölgeye geri dönülmüş olması gerekir. Taalluk eden: hareket, sperm.

Sahiplik ise birincil olarak arkadaş, dost, yâr anlamlarına gelir; sahabe örneğinde olduğu gibi. İkincil olarak mâlik olma anlamındadır: hareketsizlik, kapsayıcılık, yumurta. Yersiz böbürlenmelerin önüne geçmek için “Mâlik el-Mülk” adı anımsanabilir, “Mal sahibi, mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi?” mantra gibi tekrarlanabilir. Bu bilinçle, kadın, sahiplenir diyorum, sahip olmak ister değil! Yaratan, onunla rahim ismini paylaşmıştır; merhamet etmektir sahiplenmek; boyun eğmektir. İstemek ise bilinç içerir; bu nedenle, sahip olmayı istemek, kültürel kaynaklıdır.

Dişil yöne ulaşmak, ona temas etmek pek kolay değildir; peygamber devesi misali, çiftleşme sonrası kelleyi alır. Kellesi gidenler, böyle daha güzel olmuşlardır: anlayışlı, kapsayıcı, bağışlayıcı, zarif. Az da olsa varlardır. Bu böyle biline! Anımsamıyoruz ama fiziksel gerçeklik olarak, hepimiz, istisnasız olarak benzeri bir aşamadan geçtik. Yumurta olan yanımız, döllenebilmek için sperm olan yanımızın kuyruğunu girişte kesti attı.

***

Tarihsel olarak kadının güç ve üretim araçları açısından düşünüldüğünde nasıl da bilinçli olarak azımsandığını anımsatan Engels’ten başlayarak, “Kadınlara karşı saldırgan, küstah ve aşağılayıcı erkekler, bir iktidarsızlık kaygısı içindelerdir” diyen feminist filozof Simone de Beauvoir’a kadar genişleyen bir yelpaze içinde istediğimiz pozisyonu alabiliriz. Psikoloji alanında ilerleyip erkeğin hadım edilme/kastrasyon korkusu/kompleksinin kadın düşmanlığı olarak yansıtılmış olduğundan da dem vurabiliriz. Böylesi “pozisyon almalar”, sorunun dışsal ve çözümsüz kalmasına neden olacaktır.

Bir seçenek olarak, Georges Bataille’ın “Biri, ötekinin içinde kaybolan karşı cinslerden iki birey, birlikte ikisinden de değişik yeni bir birey oluştururlar” diyerek fiziksel bedende başarılan olarak işaret ettiği üremenin, ruhsal olarak da geçerli olup olmadığının peşine düşebiliriz. Kısaca ve çok yüzeysel bir ifade ile bu seçenek; yol, hakikat arayışı, kendini tanıma vb. adlar alır.

***

Binaenaleyh, bu aşamada mitlere değinmeden geçemeyiz. İnnana kültünde, Platon’un diyaloglarında aktarılan mitlerdeki Androjenik yani çift cinsiyetli karakterlerden; Hesiod teogonisi ve kozmogonisinde, Partenogenez olarak sözü edilen aseksüel üreme yetisindeki yaratıklardan (ki bu üreme biçimi hâlen bazı organizmalar için geçerlidir); Ovidius’un, “Metamorfozlar”ındaki Hermafrodit karakterlere kadar işte bu içsel arayış anlatılmaktadır.

Hatta, dinler olarak anlatılanın; hakikatine ermek; aslına dönmek anlamındaki tek bir ezoterik(bâtınî) din olduğundan da söz edilir.

Âdem’in kaburgasından yaratılan Havva miti de böyledir. Havva, nefstir. Nefs, dişildir. Her erkekte nefs vardır. Havva, Âdem ile Cennet’i terk etmek zorundaydı; çünkü zâten(özü itibariyle) ondan ayrı değildi. Âdem’in, Havva’ya meyli olmasaydı, böylece cennetten düşmeselerdi, Cennet’i de bilemezdik. Yedikleri, elma ağacının meyvesi değil bilgi ağacının meyvesidir. Birliktelikleri, bilinenin, Bilen’in mükemmelliğine ayna olması açısından, özünde kusursuz bir denge durumu, yani itidâldir. Her birimiz, hem Âdem, hem de Havva’yız.

Tarihsel süreç içine, dişil-eril dengesinin kurulamadığı her eylem nedeni ile günâhkâr olduk, cezalandırıldık ve bedel ödedik, aynen şu anda da devam ettiği gibi. Bu hassas dengeyi kuramayan kişi, her zaman cenneti terk etmek zorundadır.

Cenneti, yalnızca bir kez değil her gün defalarca terk ederiz. Yaratılışın cennet olan kısmı, içi dişil, dışı eril olan idi. Zihnimizin ürünü olan her düşünce, eril; vicdanımızın ev sahipliği yaptığı her konuk, dişildir. Arapça, Zât’ın dişil bir sözcük olması anlamlıdır. Bu nedenle, “Allah, vicdan sarayında yaşar” der İsmail Emre. Eylem, eril olandır, her kadında bu yetenek vardır. Bu anlatım, beden üzerinden olan bir anlatım değildir.

Ana Tanrıça’nın mâbedine, vicdan sarayına riyâ giremez. Özüne dönük olmayan, eş deyişle; nitelikten daha çok niceliğe; ilkeden daha çok çıkara yönelik eylemlerimizin hesabını yine kendimize vermek zorunda kalırız: bütünlüğümüz parçalanır, huysuzlaşırız.

İç âlemimizde, dişil yanımıza yaptığımız bu vefâsızlık; kadına şiddet gibi ağır bedellerle topluma yansır; dişil olanı sürekli baskılar, büyümesine izin vermezsek, dişil yanımız çocuk kalır, istismara uğrar; tecavüzler artar. Bunu işitmemi sağlayarak beni uyandıran Cânım Dostum Metin Bobaroğlu’na minnettarım; taşınacak yük değil vesselâm.

Dişil yönü ile teması yetersiz olan erkeklerin öfkeli, saldırgan, çocuksu, cinsiyet ayrımcı olmaları, arayıcı yani eril yönlerinin zayıflığından kaynaklanır. Üzücü bir paradoks ama nasıl da ibretlik! Korkak olur böyle erkekler; güçlü kadınları sevmezler; olanak buldukça onları baskılamayı, bulamadıklarında ise etiketlemeyi, kategorize etmeyi “yeğlerler”.

Bakmayın siz aksini söyleyene. Sevişmek, erkek için çileli bir iştir. Kadına sahip olan, kadını teslim alan erkek yoktur. Aksine; erkek, spermleriyle, cinsel organıyla kadına sığınandır; kadın, onları teslim alır ve soyun devamı konusunda, emanete ihanet edilmediğini döl alarak gösterir. Muktedir olmaya esir, biçare erkek kendinden geçmediği, kendini tamamen kaybetmediği takdirde, canlılık nasıl devam etsin? Ne tezat! İşte, kendinde olamadığı, o en hassas olduğu yerde, kadın, erkeğini şefkatle, tam bir kabulle alabilmeli. Muzaffer orduların komutanları gibi değil.