Neredeyse kanıksadığımız tecâvüz, kadın cinayetleri, kadına şiddet, kadına baskı haber kokteylinden bu hafta, payımıza, minibüs saldırganına verilen tahliye; okul kitaplarında, evin reisi erkeğe itaat isteyen, okuyan erkeğin kadı, kadının ise cadı olacağını bildiren satırlar düştü.

Biraz daha geniş ölçekli bir tarama yapıldığında #BenimAdımNerede #WhereIsMyName etiketlerine denk geliniyor. Biliyorum, inanmakta zorluk çekecek, hayret edeceksiniz ama Afgan kadınları, kamusal alanda adlarını kullanamıyorlar. Bir Afgan erkeğinin, karısının adını söylemesi ya da bir çocuğun annesini adı ile anması, utanca ve hatta hakaret algısına yol açıyor. Hareketin, Afganistan’da destek bulmuş olması sevindirici.

Nedir bu İslâm’ın kadınlarla alıp veremediği? Neden, kadının özgürlüğü fikri neredeyse varoluşsal bir travma yaratıyor?

Sorun, kültür halini almış dinde; Arap kültürü din olarak yutturuldu, zokayı birlikte yuttuk… Bir kısmımız itaat ederek, geri kalanlar ise olmayan bir şeyi reddederek; ama her hâlükârda aklımızı işletmeyerek.

Kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir coğrafyaya gelen dinin mensupları olarak, bindörtyüz yıl önce parlayan ışığı günümüze aktaramadık; hatta, el birliği ile söndürdük. Kız çocuklarının diri diri gömülmesini yasaklayan, kadınlara boşanma, miras hakları, kölelik gibi konularda lehte düzenlemeler getiren devrimci bir peygamberin ümmetinin içinde bulunduğu durum içler acısı.

Hemen anakronik okuma yapıp yargılamaktansa hayal gücünüzü kullanmanızı ve o döneme uzanmanızı önermek durumundayım: Babaların, öz kızlarını diri diri gömebildiği denli düşük bir toplumsal vicdân seviyesini hayal etmek nasıl da zor, sarsıcı!

Kuşkusuz, ben de bir kadın olarak dahası, hakları anayasa ile güvence altına alınmış bir toplumun eşit ve özgür bir yurttaşı olarak haklarımın din perspektifiyle irdelenmesinden rahatsızlık duyuyorum. Bu düşünce, benim tarafsız bir bakış açısı ile din konusunu ele alabilmemin önünde engel olmamalı, bilimsel tutum başka nedir? Beyaz Türk, kulaktan dolma bilgilerle yargıladığı ve tepeden baktığı İslâm’ı anlamak için azıcık da olsa çaba sarf etmekte gecikmedi mi?

Hz. Muhammed, 25 yaşında iken 40 yaşındaki Hz. Hatice ile evlenir. Hatice, kendinden yaşça büyük olduğu gibi; daha zengin ve önceden evlenmiş bir kadındır (bazı kaynaklara göre iki kez). Nedense, günümüz müslümanları daha önce evlenmiş olmasını kabul etmekte zorluk çeker. Bugün hangi aile böyle bir evliliğe izin verir?

Yirmi beş yıl süren bir birliktelik sonrasında, Hz. Hatice’nin vefâtını takiben, peygamberin çok eşli olması ise, haklı olarak modern insanı zorlar. Bir peygamber, neden bu denli cinselliğe düşkün olsun? Cinselliğe bu denli düşkün birinden manevi önder olmasını beklemek saflık değil midir? Dokuz yaşındaki kız çocuğu ile gerdeğe girmek kabul edilebilir mi? Bu ve benzeri sorunlar, konular elbette konuşulmalı, tartışılmalıdır. Örneğin, o dönemde kadınların yaşının, ilk menstrüasyon yaşının üzerine hesap edildiği gibi.

Bugün bunları değil de yanıtlamakta zorlandığım bir soruyu paylaşayım:

Hz. Muhammed’in toplam yedi çocuğu olmuştur. Bunların altısı, Hz. Hatice’den doğmadır. Toplamda yirmi beş yıl süren bir evlilik ve altı çocuk. Hz. Hatice’nin vefâtından sonra, çok sayıda kadın ve genç kızla çok eşli evlilik yapmıştır. Kendinin kısır olmadığı ortada olan, bu denli büyük harem sahibi birinin, neden yalnızca ve yalnızca bir çocuğu daha olmuştur? Devrin doğum kontrol yöntemleri pek etkin olmasa gerek… Bu nasıl mümkün olabilir?

Dönemin sosyo-politik okuması yapılmadan bu soruya yanıt verilemez. Yapılan evliliklerin nedenleri, getirileri üzerine, meraklısı için, yerli ve yabancı kaynak bulunmaktadır.

Bu soruyu, dinin kendinden, ibâdet açısından yanıtlamaya çalışalım.

Din, bir araçtır; araç olma niteliğini yitirdiğinde kültür hâlini, yani en tehlikeli hâlini alır. Tanrı’ya vasıl olmayı amaç edinen dinin, bu hedefe ulaşmanın dert edinildiği durumda, uygulayıcıda sürekli bir arınma getirmesi beklenir.

Öyle ya “Nefsini bilen, Rabbini bilecektir.”

Sorun tam da buradadır. Riyâsız ibâdet, kişinin doğal itkilerine olan köleliğinden  giderek özgürleşmesini getirmelidir; efendi, içgüdü değil iradedir. Nefsin olumsuz sıfatları kibir, yalan, riyâ, şehvet, gadap, kıskançlık ibadetin sahiciliği karşısında etkisini yitirecek ve kişi, içinde yanan ışığın yüzüne ve davranışlarına yansımasıyla âdetâ, bu aydınlanmanın yürüyen kanıtı olacaktır. Bu hâlin taşıyıcısı bir erkek, kadını, insan olarak görebilen; ten elbisesine değil can elbisesine bürünebilendir.

Bu coğrafyanın payına düşen, bunun nasıl da kotarılamadığına; yalansız, riyâsız, hayvanî şehvetinden arınmış bir toplum olmaktan ne kadar uzakta olduğuna; toplumun en tepesinden en altına kadar her seviyeye tutulan bir ışık olmuştur. Utancımızı apaçık ortaya koyan bir ışık. Kadının kahkaha atmasının bile tahrik edici bulunduğu denli bir kifâyetsizlik hâli. Nereye gidiyor bu ibâdetler?

Bu türden bir bireysel uygulamanın, toplumda karşılığını bulması arzu edilebilir, lâkin talep edilemez. Modern toplumlarda, bireysel hak ve özgürlükler yasalarla belirlenir ve güvence altına alınır; kimse ötekinin göreceli vicdan anlayışına mahkûm edilemez.

Yine de, günümüzde birey kendini yasa ile sınırlanmış bulmakla yetinmez. Sartre’ın dediği gibi:

İnsan, özgürlüğe mahkum bir varolandır.

Kendini sınırlayarak, özgürlüğe ulaşmayı deneyecektir. Bu nedenle, uygulama biçimi ibâdetten farklı olsa da, kişisel gelişim, yaşam boyu sürecek bir sorgulama ve değişme olanağının aracısı olarak benimsenir. Temeli oluşturan asıl unsurun, ötekinin özgürlüğüne saygı olduğu kıskançlıkla korunarak.

İki uygulama da sonuç itibariyle, kadınların bedenlerinin bazı bölümlerini açıkta bırakacakları ya da kapatacakları biçimde giyinmeleri, bir tercih ve özgürlük konusu olduğu bilincini getirmelidir. Kontrol edilecek olan, dışarıda değil içeridedir; başkası değil kendidir.

Yukarıda, kaba bir ifade ile zokayı yuttuk dedim. Bu dinin, ilk dönemlerinde kadın ile ilişkisinin nasıl olduğunu incelerseniz kabalığımı bağışlarsınız.

İslâm’ın ilk dönemlerinde kadın konusunu yarın ele alacağım. Sanırım benim kadar şaşıracaksınız ve nasıl da geriye gidildiğini gördüğünüzde benim gibi üzüleceksiniz.

Bugün sözümü, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, kadınların çabaları sonunda elde ettikleri bazı kazanımları dizinleyerek bitireyim:

  • İlk ebelik kursları, 1842
  • İlk kız rüştiyeleri (ortaöğrenim), 1858
  • İlk sanayi okulları, 1863
  • İlk kız öğretmen okulları, 1870
  • İnâs Darülfünunu (kadın üniversitesi)
  • İlk feminist dernekler, Meşrutiyet döneminde kurulmuştur. Bunlar arasında, Teali-i Nisvan, Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan, Asrî Kadınlar Cemiyeti sayılabilir.

Atatürk gibi bir kahramanın geri gelmeyeceğini; Türkan Saylan’ın vefât ettiğini; Hz. Muhammed’in kadın haklarına, özgürlüklerine saygılı devrimci bir peygamber olduğunu; son yıllarda kadınlar olarak fazlasıyla baskılandığımızı; sosyal medyada “tık” ve “layk” ile yetindiğimiz sürece kaybımızın giderek artacağını anımsamak, hiç unutmamak istiyorum.

Bana katılır mısınız?


Not: Yarın, şu Asr-ı Saadet diye diye bitirilemeyen, tez günde dönülmek istenilen devirde, kadınların konumuna bir göz atalım.